İşgal ordularına hizmet etmeyi kabul eden bazı hamiyetsiz vatansızlar yolları kesiyor, Milli Mücadele’ye menfaat temin edebilecek herhangi bir teşebbüse mani olmak için ellerinden geldiği kadar gayret ediyorlardı.

Çiftlikte pür-silah heybetli insanlar dikkatimi çekti. Bunların bazıları göğüslerinde çapraz fişeklikler asmışlar, başlarında da İzmir zeybeklerine benzeyen başlıklar dolamışlardı. İşte kahramanlar o muazzam savaşın ilk günlerinde düşmanlarına karşı cephe tutan Kuva-yı  Milliye’nin serhat fedaileri oluyordu. Orada az bir zaman istirahat ettik. Geceyi o civar köylerin birinde köy muhtarının misafiri olarak geçirdik.

Ertesi sabah erken hareket ettik, bütün gün yol aldık. İzmit ile Adapazarı arasında bir köye geldik. Orada Kuva-yı Milliye’ye cephane götüren kalabalık bir kafileye rast geldik ve onlara iltihak ettik. Atların taşıdığı cephane götüren kalabalık bir kafileye rast geldik ve onlara iltihak ettik. Atların taşıdığı cephane sandıklarının üzerinde şarka doğru giderken cereyan eden bir hadiseyi kaydetmek istiyorum: Emsali arasında cesaret ve atılganlığıyla tanınmış bir çavuş, kur atının üzerinde aşka gelerek mavzerini havaya bir iki el boşalttı. Bu vaziyetten cesaret alan efrat onu taklide başladı. Kuva-yı Milliye’ye cephane taşıyan, bu uğurda ölümü göze alan bu kafile, böyle bir hareketle hata ediyor, boş yere sayısız fişek yakıyordu. Mehmet Akif, bu halin devamına dayanamadı, atını ileri sürerek söyle bağırdı: “Arkadaşlar, boşa attığınız her kurşun bir düşman öldürmeye kafidir. Bugünse elimizdeki kurşundan, sandıklarımızdaki cephanelerden çok düşmanımız var, size rica ederim, atışa nihayet veriniz.” Bu sözler derhal tesir etti, silah sesleri kesildi. O zamanlar Biga, Karabiga hatta Geyve ve Adapazarı eteklerine kadar uzanan bir Anzavur Ahmet çetesi türemişti. İngilizlerin bir ki ay zarfında paşalık ünvanıyla taltif ettikleri Anzavur Ahmet Paşa aslen Çerkes; maiyeti de Abaza, Gürce ve Türklerden mürekkepti. İngilizler ve güya halifeye çalışan bir teşkilat reisi olan Anzavur kara cahil bir adamdı.

Kafilemiz Geyve Boğazı’na yaklaşırken bir köyde konakladı. Orada Kuşçubaşı’nın oğlu Eşref Bey’le birleştik…

Tehlikeli mıntıka geçildikten sonra biz, yani Mehmet Akif ve ben, Ali Şükrü Bey, Kuşçubaşı Eşref Bey, Binbaşı Şükrü Bey kafileden ayrıldık, tiren yolu üzerinden dekovil ile Eskişehir’e kadar daha çabuk gittik. O zamanlar Yunanlılar İzmir’i işgal etmişler; Manisa, Aydın, Ödemiş üzerine ilerliyorlardı. Eskişehir’den Ankara’ya tren ile gittik. Atatürk, Ankara’daydı. Millet Meclisi yeni teşekkül etmiştir. Gazi ile babamın ilk görüşmelerini bugünkü gibi hatırlarım. Tren öğleye doğru Ankara’ya vasıl odu.” (Emin Ersoy, Millet Mecmuası, 1948, S. 106, Sf.18)

***

Mehmet Akif bir söyleşisinde de Ankara’ya gelişini şöyle anlatmaktadır: “ İstanbul’dan mücadele aleyhine fetva çıktığı gün ayrılmıştım. Üsküdar’dan araba ile şimdi ismini hatırlayamadığım bir köye gittik, oradan Cuma’yı tuttuk. O zaman Adapazarı’nda karışıklıklar vardı, kenarından geçtik, kah öküz arabalarıyla kah beygirlerle Lefke’ye geldik ve trenle Ankara’ya ulaştık, Ankara… Ya Rabbi, ne heyecanlı, helecanlı günler geçirmiştik. Hele Bursa’nın düştüğü gün… Ya Sakarya günleri… Fakat bir gün bile ümidinizi kaybetmedik, asla yeise düşmedik. Zaten başka türlü çalışabilir miydi? Ne topumuz vardı, ne tüfeğimiz. Fakat imanımız büyüktü. (Yıldırım, 2013, Milli Mücadelede Akif, S. 150)

Bizim tarafımızdan halkı tenvire ihtiyaç varmış, çağırıyorlar…

Akif Ankara’ya yeni gediği sıralarda bir ziyarete gitmekte olan Atatürk ile karşılaşır. Mustafa Kemal, Mehmet Akif’e görünce yaklaşır ve ona: “ Sizi bekliyordum efendim, tam zamanında geldiniz, Şimdi görüşmek mümkün olmayacak,  ben sizi ziyarete gelirim.” der.

Ankara’ya gelen “Mehmet Akif, Hacı Bayram Camii’nde vaaza başladı. Mehmet Akif, sadece Ankara’nın kalbinin attığı bu camide değil ülkenin değişik yerlerinde de vaazlar verdi. Halkın bir kez daha kendisini hatırlaması ve üzerine serpilmiş ölü toprağındın arınması gerekiyordu. Bu sayede yurdu saran düşmanlara karşı hal bilinçleniyor, gelecek günlerde onları ne gibi tehlikelerin beklediğini söyleniyordu.

Yaralı da olsa aslan, aslandı. Karşısına geçip onu esaret altına almanın hazzını yaşayan bulunla keyiflenen metal yığınlara, taş kalplilere ve başkasının toprağında gözü olanlara cevap verilecekti. O günlerde Ankara’nın manevi havasını Eşref Edip şöyle dile getirir:

“O günler ne kutsi, ne mübarek günlerdi. O günleri yaşamayanlar, bunu mümkün değil anlayamazlar. Herkes nefsine ait her şeyden feragat etmiş, memleketin kurtuluşundan başka bir şey düşünemiyor. Herkes şahsi emellerini bir tarafa bırakmış, bütün fikirler, gönüller bir noktada toplanmıştı. Hırslar, husumetler… Hep ayakaltına alınmış… Ortada yalnız uhuvvet, samimiyet dalgalanıyordu. Müşterek tehlike bütün kalpleri sımsıkı bağlamıştı. Herkes birbirini candan seviyordu. Bütün gönüller, bütün meclisler, Ankara’nın dağları taşları samimiyet ve sevgi içindeydi.