Dünya bozkırlar veya ormanlarla dolu büyük bir sahra iken bu hisarlar, medeniyetin  ve kültürün geliştirilip ticaret ve savaşlarla yaygınlaştırıldığı “ hub ”lar olmuş. Demek ki, şehrin bir düşünce olarak ortaya çıkmasında başlıca âmil azca dışarı gitmek ve çokça yerinde kalmak arzusu olmalı. Hem gelip geçenlerle yakınlık kurma, hem de gerekmedikçe fazla uzağa gitmeden yaşama arzusu, şehir denen bu mekanizmanın icat edilmesine vesile olmuş. Bizim için çok muteber bir şehir olan Mekke de böyle bir yer olduğuna göre, burada tebliğ edilmeye başlamış dinimizin en başından itibaren şehir medeniyetini yeniden nizama sokmakla ilgili olduğunu düşünmekte hakkımız var.

Şimdi bize tuhaf gelse de, insan ilk ulaşım vasıtaları olan binek hayvanlarını ve at arabalarını şehirlerin içinde değil, dışında, kırsalda veya şehirlerarasında kullanmak için icat etmiş. Ama şehirlerin dışında kalan o engin boşluk son bir iki asır içerisinde hızla küçülürken şehirler hem sayı, hem de ebat olarak büyüyüp durmuş ve bugün motorlu vasıtaların en yoğun olarak faaliyette oldukları mekânlar hâline gelmiş. Velhâsıl, son iki asırda seyahat vasıtalarının yaygınlaşması, başka Dersaadet olmak üzere şehirlerimizin yayalar için yeni bir tür sahraya dönüşmesine neden olmuş.

Vasıta, gerektiğinde bir nimet; bu doğru. Lâkin artık şehirlerin yürümek için yapılmıyor olmasında, yürümenin otomobil yollarının kenarlarında dar şeritler hâlinde uzanan kaldırımlarda mecburîleşmesinde bir sorun var. Hakikaten; farkında olsak da, olmasak da şehirlerin gelişimini uzunca bir zamandır otomobil yönlendiriyor. Bir “rekreasyon alanı”nın, mesela büyük bir parkın veya bir AVM’nin kilometrekarelerce büyüklükteki arazilere yayılmış bir şehrin bütününe hitap edecek tesisler olarak planlanması, şehrin otomobile bağımlılığının açık bir göstergesi değil mi? Bu durumdan çıkış ihtimali uzun vâdede bile ufukta görünmüyor. Yani otomobiller kalıcı; ama yine de “kral” olmaları gerekmiyor. Mantıklı olan herkesin de böyle düşünmesi gerekir herhalde. Yani, şehirlerin veya en azından şehir parçalarının tekrar yürünebilir, insan bedeninin sınırlarıyla tecrübe edilebilir yerler olmalarını kim istemez ki? Ama bu olmadığı gibi, durum giderek daha da fenalaşıyor ve şehirler bilim-kurgu filmlerdeki disütopik dünyalara doğru evrilmeye devam ediyor. Otomobil ne ki, yakında uçan arabalarımız olacakmış! Hem de yerli ve millî! Demek ki mantık yürütürken bir yerde hata yapıyoruz. Mesele aletlerle değil, niyetlerle ilgili.

Şimdi bir soru: “Makinaları ve makinaların fişeklediği şehirlere yığılmamıza rağmen niye hâlâ hasbel kader ayakta kalmış bir Anadolu köyünü veya kasabasını ayıla bayıla geziyoruz?” Buna romantik cevabımız şu olacaktır: “Çünkü bu şarlar içinde hareket etmekte olan bedenimiz tarafından, onun için ve onun ölçeğiyle yapılmışlardır. Halbuki ölçeği mekanik vasıtalardan çıkan şehirler tahteşşuurumuzda hep bize, yani bedenimize düşman, biz de onlara. Uzay çağında dünyada keyifle barınma becerimizi kaybetmiş gibiyiz. Demek ki işin sırrı yürümekte, yani yürüyebilmekte. İşe, okula, çarşıya, gezmeye, tozmaya, maça, konsere, mitinge, camiye ve saireye yürünebilecek bir şehrimiz olmayacak mı? Bu daha düne kadar vardı, hem de çok eskiden beri vardı. Hattuşa’dan Piriene’ye, Sivas’tan Buhara’ya, Isfahan’dan İstanbul’a kadar şehir, göz ve gönül kadar bedenler için de bir muhabbet kaynağıydı.” Peki bunu anlıyoruz da, gerçek şehri müzelik yapıp, onun hastalıklı ve azman türevlerinde yaşamayı tercih etmemizdeki asıl sır ne olabilir?