Topraktan aldığı su ve besinin yanısıra güneşten aldığı ısı bedenini azar azar geliştirirken moleküllerinin arasında zaman da toplaşıyor. Ve bir an geliyor bu cisim mükemmel biçiminden ayrılmaya, yani bozulmaya başlıyor. İşte o andan sonra cisimde birikmiş zaman da cisim tarafından tutulamaz hâle geliyor ve sanki serbest kalıyor. Sindirilen portakaldan geriye kalan ve tabiattaki gelişimi değil, bozulumu temsil eden atık, dünyadaki zaman katmanlarından birinin başına yollanıyor. Yine aynı şekilde yüzlerce yıl yeryüzünde tutunmuş bir ağaç da bir bakmışsın duman ve kül olarak başa dönüveriyor. Diğer taraftan bir ağaç parçası veya herhangi bir madde başka bir zaman katmanına dâhil olarak da zaman biriktirmeye ve biriktirdiği zamanı tutmaya devam edebiliyor. Galiba bu katman, insanların özellikle zamana karşı dayanması için yaptıkları cisimlerde mevcut. Özellikle cansız (değişmeye kapalı) hâle getirilmiş maddelerden müteşekkil bu cisimler bardaktan binaya kadar büyük çeşitlilik arz ediyor. Ancak biriktirilen zamanın sona ermesi bu tür cisimlerde daha uzun yokoluş süreçlerini başlatıyor. Nitekim bir bardak çatlaması veya kırılmasıyla, bir bina ise eskiyip harap olmasıyla bozulmaya, yani içinde tuttuğu zamanı serbest bırakmaya terk ediliyor. Lâkin bir bina harabesinin zamanla ilişkisini düşünmek işleri biraz karmaşıklaştırıyor. Görünen o ki, özellikle mimari yapıların bozulması portakalın tüketilmesine veya kırık bir bardağın çöpe atılmasına benzemiyor, çünkü mimaride bozulmayla birlikte yeni bir zaman biriktirme katmanının mümkün olması da söz konusu.  Dikkat edilirse modernlik öncesi, özellikle pastoral hayat tarzını sürdüren toplulukların harabelerle ilişkisinde mitolojik ve mistik diyebileceğimiz bir hassasiyet fark edilebilir. Zamanın akışını tarihe dönüştürmeyi bilmeyen böylesi topluluklar için bir ören yerinin bir zamanlardaki mamûr hâlini tahayyül etmek çok önemli bir şey olmasa gerektir. Bilakis, harabenin kendisi, yapının ilk hâlinin bulunduğu zamanı tahayyül ötesi bir mesafeye atabildiği ölçüde onunla ilgili mitolojik tahayyülâtı tahrik edecek bir etkiye sahiptir. Birkaç nesil insan hayatıyla ölçülebilir olmaktan çıkan bir zamansal mesafenin oluşturduğu muazzam derinlik hissinin verdiği esriklik, harabeyi temaşa edenleri mekânın asıl sahipleri ve yaşadıkları hayatlar hakkında hayal kurmaya sevk eder. Bunlar içinde en çok sevileni bir mitosa dönüşerek zaman içerisinde dallanıp budaklanır. Harabelerin mitolojik özelliğinin ressam ve mimarlar tarafından 18. asrın ikinci yarısında, yani Aydınlanma Çağı’nın sonlarında yeniden keşfedilmiş olması ayrıca ilginçtir. Mitolojilerin hâkim akıl tarafından geçersiz kılındığı bir zamanda, kadim Yunanistan ve İtalya’daki abidevî yapıların kalıntılarıyla büyülenmenin Antik Çağ’ın mimari tarzlarının aynen benimsenmesini kolaylaştırdığı bu keşif, belki Modern mimarlığın zaman ve mekân anlayışını fark edildiğinden de fazla etkilemiş olabilir. Mesela boşluk, romantik sanatçının içinde mekânı hıfzedemez hâle gelmiş harabelerde fark ettiği etkilerin başında geliyordu. Hiç şüphesiz, 19. asrın sonunda boşluğun mekâna dair yeni bir kavrayış olarak belirmeye başlaması bu etkinin bir sonucudur. Bir asır kadar sonra Modern mimaride ortaya çıkan mekânın bezemesiz yüzeylerin etrafında serbestçe akmasının kökenleri biraz da burada olmalıdır.  Bu sonuçtan anlaşılacağı üzere, akıl çağında yeniden değerlenen harabenin büyüsü aslında mitostan tamamen yoksundu; burada mevzu-u bahis olan sadece bir zamanlar mitolojinin “saf”, henüz aydınlanmamış insanlar üzerindeki etkisini taklit eden bir tavırdı ve bu tavır ilkelliğin saflığını arayan Modern Sanat’a (ve dolaylı olarak Modern Mimari’ye de) taşındı. İspat olarak Lö Korbüzye’nin mitolojik anlatıyı “dile gelmez” bir şiirsellikle değiştirdiği mimarlığı ve resmi gösterilebilir. Nereden nereye... Kim derdi ki (veya der ki) Modernizm Antik Çağ harabelerinden türetilmiş bir lirizmle akraba çıkacak diye? Ancak asıl meselemizi gözden kaçırmayalım: bir mimari yapı içinde biriktirdiği zamanı (ve mekânı) kaybederken bile yeniden zamanı biriktireceği yeni bir hayata başlayabiliyordu. Bunu mümkün kılan da mimarlığın mitolojilere aracılık edebilmesiydi. Yani mitolojilerle doğan mimari, yok olurken bile mitoloji üretmeye devam ediyordu. Gözümüzün önüne hızla Hattuşa’yı, Babil’i, Efes’i, Maçi Piçu’yu, Angkor Vat’ı, Roma Forumu’nu, Pergamon’u getiriverelim. Biraz hayâl-meşrep olanlar eminim ki mitoloji sonrası bir çağda yaşasalar bile bu tür ören yerlerinden ruhlarına nüfuz eden o müphem fısıltıları hemen tahayyül edecekler ve buralarda zamanın derinliklerine dalabilecek olduklarını teyit edeceklerdir. Son iki yüzyılda bütün dünyaya yayılan kuru bir mimarlık artık bu şekilde doğup ölmüyor ve geriye abidevî harabeler bırakmıyor.  Harabe olmasalar bile tarihî yapılardan büyülenmemizin ardında bu nevî şeyler olabilir; hatta “bir yapıyı “tarihî” yapan çizgiyi nerede çekeceğiz?” sorusunun cevabı dahi burada olabilir. Artık binalarımız harabe değil doğrudan çöp hâline geliyorlar ve içlerinde biriktirdikleri az buçuk zamanı da salıvermeye terk edilecekleri moloz yığınlarına dönüşmeyi bekliyorlar. “Aynen yenmiş bir portakaldan geriye kalanlar gibi” demek istesem de, portakal posası en azından toprağa can verecek.     Joseph Gandy (desinatör) Mimar John Soane’un tasarladığı Bank of England binasının mevcut hâli ve hayâl ettiği gelecekteki hâli (1818)