1939 Erzincan depreminde (7.9) henüz Şebinkarahisar’da bir köyde yaşamakta olan dedemlerin evi de çökmüş, dedemin ilk eşi çöken evde vefat etmiş. 1967 Adapazarı depreminde (6.8) ise hâlen Karamürsel’de bir köyde yaşayan diğer dedemlerin evlerinin sadece çatı katı çökmüş. Türkiye’nin iki ucundan gelip de İstanbul’da birleşmiş olan bu iki ailenin meyvesi olarak ben de 1999 Gölcük depremine (7.8) annem, babam ve kardeşim ile birlikte Adapazarı’nın bir köyünde yakalanmış ve uzun bir süre etkisinden kurtulamamıştım. Babamların bozkır iklimine yakın Şebinkarahisar’daki tek katlı köy evlerinin duvarları kerpiçten, tavanı ise kalın kütüklerin üstüne serilmiş topraktanmış. 2007 yılında köye gittiğimde bu düz damlı evlerden bir kaçı hâlâ ayaktaydı. Bu düz damların bir ucu yamaçla bitişik olanlarının üzerlerine kolayca çıkıldığı için çeşitli şekillerde kullanılırmış. Hatta babam yıllar önce yazmış olduğu bir hikâyede “Köle Bacası” denen bir damı konu etmişti. Adı nerden gelmiş bilinmez, Köle Bacası damında köylülerin mutlaka onun üstünde toplaşıp muhabbet etme alışkanlığı varmış. Herhalde bu adet Çatalhöyük köyünden beri devam etmekteydi. Binlerce yıl önce inşa edilmiş bu köyde evlere birbirlerine bitişik damlardaki deliklerden merdivenle giriliyor ve özellikle kadın ve çocukların günlük hayatının bir bölümü damlarda geçiyordu. Bu nedenle ne zaman meşhur Lö Korbüzye’nin “kübik” mimarisinin önemli bir unsuru olan “teras çatı”dan bahsedecek olsam, aklıma mutlaka bu bağlantı gelir ve 1920’lerde en yeni ve Avrupaî mimari olarak sunulan şeyin aslında en eskiye ve Anadolu’ya dayanıyor olmasını vurgulamak ihtiyacını hissederim. Annemlerin köy evi ise “hımış” yapının görece modern bir türeviydi. Ahşap çerçevelerin içleri hımıştaki gibi kerpiç yerine dolu tuğla (harman tuğlası) ile doldurulmuştu. Arsasındaki eğimden dolayı altta bir yarım kat, bir de çatı katı olduğundan neredeyse üç katlıydı. Eskiden beri ormanlık alanlarda yapılan evlerde olduğu gibi düz dam yerine kiremit kaplı kırma çatı tercih edilmişti ve erkekler daha ziyade köy meydanında muhabbet ederlerdi. Büyükler dünya değiştirip de şehre yerleşen çocuklar ve torunlar da köye pek uğramaz olunca ev metruk bir hâle gelmişti. 1990’larda bir gün otuz küsur yıl önceki depremin yapamadığını yalnızlık yapmış, ev kendiliğinden çöküvermişti. Benim depremi yaşadığım ev de bir köydeydi, ama gerçek köy evi değildi. Artık köylerle bağı kalmamış insanların yaşadığı bir “ikinci konut” sitesiydi. Binalar bitişik nizamda, betonarme tavanlı, kolon ve kirişlerin içlerine doldurulmuş fabrika tuğlasından duvarlarla inşa edilmiştiler. Sanırım ormanlık çevreye ve “köy” imajına biraz daha uymaları için iki katlı olan bu evlerin kiremit kaplı kırma çatıları, ahşap merdivenleri ve ön taraflarında ahşaptan sundurmaları vardı. Deprem bu evleri epey salladı, ardından birkaç kere daha denedi ama pek bir şey yapamadı; lâkin Adapazarı ve Kocaeli’nin merkezî yerleşim alanlarındaki çok katlı betonarme binalara verdiği zararlar şu son depremdeki gibi bir faciâya neden oldu. Bu “ikinci ev”, gerçekten ait olduğumuz köylerden birinde olmadığı için paraya ihtiyaç hâsıl olduğunda kolayca satılıverdi. Zaten bu köyde bizim için muhabbet de yok denecek kadar azdı. Sonuç itibarıyla ailelerimizin neşet ettiği veya bir şekilde buluştuğu üç “köy” evi de artık yok ve geriye kalanlarımız doğal olarak ülkedeki milyonlarca insan gibi yaz-kış apartman dairelerinde yaşamaya devam ediyoruz. Dolayısıyla, biz son nesillerin “Köle Bacası” gibi hikâyeleri hiç olmadı, olacak gibi de görünmüyor. Üç deprem ve üç ev… Bu bize ne söylüyor? Öncelikle şunu: İnsanlarımız birkaç kuşak boyunca muhabbetsiz şehirlere boşu boşuna yığılmamışlar ve bu bir süre sonra durdurulamaz hâle gelmiş. Deprem bir anlık afet iken, köylerimiz bütün yıl boyunca süren afetlerden mustaripmiş: susuzluk, elektriksizlik, yolsuzluk, doktorsuzluk, okulsuzluk, işsizlik, parasızlık, eğlencesizlik, vs. Öyleki, depreme şehirde yakalanmak sanki daha “garantili” sayılmış. Sonra, “tatil köyleri” dışında dönülecek köyler neredeyse kalmamış. Köyler boşalmış ve çökmüş, kasabalar irileşerek şehirleşmiş, şehirler dert yumağı metropollere dönüşmüş. On binlerce yıl sadece müstakil evde yaşamış Anadolu insanı bugün artık “ev”in ne demek olduğunu unutmuş. Son depremden sonra evsizleşmiş olanlar yaralar sarıldığında yine bir apartman dairesinde yaşayacaklar. Bu binalar belki biraz daha az katlı ve biraz daha güvenli olacak ve bu sayede şehirlerimize musallat olmuş rantçılık belası biraz dizginlenecek. Ama şu beton ve çelik konstrüksiyonu veya sağlam biriket duvarları yeniden köy ve kasabaları inşa etmekte kullanmayı hiç mi düşünmemeliyiz? Tatil köyü evleri gibi depremde yıkılmayacak, ama güvenli olduğu kadar muhabbeti de bol yeni köy ve kasaba evleri gerçek yuvalarımız olamaz mı? Alelacele yeni apartman bloklarını dikmeden önce Anadolu’da yeniden nasıl yerleşmemiz gerektiğine biraz kafa yormamız gerçekten bir “lüks” mü? Bence hiç değil! Çünkü bence Anadolu’yu yıkan depremler değil. Not: Yakınlarını ve başlarını sokacakları evlerini kaybetmiş olanlara Allah’tan sabır vermesini diliyorum. Milletçe yanlarındayız!