Halbuki biz oyunu çocukluğa has bir şey olarak biliriz. Büyüdükten sonra mazur görülen bazı oyunlarımız da var tabiî; mesela spor oyunları ve kahve oyunları. Ama esasında büyümek, yetişkin olmak çocukluktan kopmuş olmayı, yani kişinin “rüştünü” ispat etmesini gerektirdiğinden, çocukluk alâmetlerinden sayılan oyun da hayatımızdan yavaş yavaş çıkıverir. Okula yeni başlayan çocukların en büyük sıkıntısı da budur zaten; yani oyunun yerini birdenbire dersin ve disiplinin alması. Halbuki yukarıdaki iddiayı dikkate alarak çok yukarıdan bakarsak, gerçekten de bütün insan kurumları gibi okul da gözümüze yetişkinlerce kurgulanmış bir oyun gibi görünebilir.  Diğer taraftan çocuk oyunları da bir bakıma yetişkinlerin dünyasının kurallarının bir parodisi gibi değil midir? Köşe kapmacadaki ödül ve ceza derslerde veya sosyal ilişkilerde de yok mu? Demek ki oyun, bireyin diğer bireylerle ilişkisinde büyük önemi olan kuralların çocuklarca ilk tecrübesi olarak da görülebilir. Öyleyse oyunu ciddî bir iş olarak kabul etmek de gerekir. Ne de olsa belli başlı kurallara bağlı kalarak rekâbet etmek, kazanmak ve kaybetmek çocuk oyunlarıyla öğrenilmeye başlar.  Lâkin günümüzde sokak diye bir şey kalmadığı gibi, onunla birlikte çocuk oyunları da kaybolmağa yüz tuttu. Gerçek oyunların yerine geçen sanal, yani dijital oyunlar ise çocuk gelişimine yönelik sayısız tehdit barındırıyor. Bilgisayar ve cep telefonları çocukların sokaklardan çekilmesinin tek nedeni değil elbet. En başta saymamız gereken neden, çocukların özgürlük ve emniyet içerisinde oynayabilecekleri sokakların kalmamış olmasıdır. Sokaklar şimdilerde park etmiş veya hareket hâlindeki otomobillerle dolu. Kargocular, servis minibüsleri, servis motosikletleri, beton mikserleri, hafriyat kamyonları ve nereden nereye gittiği belli olmayan sayısız özel otomobil ordusu artık sokağı araçlarla insanların ortak mecrâsı olmaktan çıkarmış bulunuyor. Şimdi gürültülü ve tehditkâr sokaklarda yayalara kalan sadece ince kaldırımlar; onlarda işgal edilmemişse tabiî. Sürekli büyüyen şehirler boş arsalarla dolu olsalar da bunlar şehirlerin ücra sınırlarında yer alıyor; hasbelkader binaların arasında kalmış ve yıllardır çiğnene çiğnene adeta bir top sahasına dönmüş arsalar artık neredeyse yok gibi.  Dolayısıyla, şimdilerde saklambaç, köşe kapmaca, ebeleme, yakar top, birdirbir, uzun eşek, misket, seksek gibi vazgeçilmez çocuk oyunları yerlerini telefonlara “indirilen” oyunlara bırakırken, mekân tecrübesinin o çocukluğa özgü tazeliği ve coşkunluğu yeterince yaşanamadan çocukluklar geçip gidiyor. Bu arada çocuklar ya harcayamadıkları enerjileriyle evde deli gibi koşturuyor, yada yaşama heyecanını iyiden iyiye dijital oyunlarda bulmaya mahkum kalıyor. Hatta bugünün çocukları ancak “Rafadan Tayfa” gibi çizgifilmlerde, veya eğer hâlâ okuyorlarsa “Pal Sokağı Çocukları” gibi romanlarda eski mahallelerde çocukların boş arsalara ne kadar sevdalı olduklarını görebiliyor. Bir küçük boş arsa, bazen arabasız bir otopark veya bir-iki kömürlük damı… bütün oyunların başlaması, çocukların tekrar dışarı çıkması için bu kadarı bile yeterli aslında. Peki, ulaşmış olduğumuz medeniyet seviyesinin bir mahsulü ve göstergesi olan imar planlarımız nasıl oluyor da bize bu kadarını bile vermekten âciz kalıyor? Çünki aslında bu imar planlarının gelişmişlikle, medeniyetle bir ilgisi yok. Bunlar, eskiden şehirlerde kendiliğinden oluşan organik dokuyu, kaba ve bencil ekonomik hırslara uygun şekilde mekanik olarak meydana getirmekten öte bir işlev görmüyor. Bu nedenle artık sokaklar ve mahalleler tenha ve güvenli değilken, vaktiyle evlerin cenneti olan bahçeler, koca apartmanların ne işe yarayacağı tesadüfe kalmış olan “çekme mesafesi” hâline gelmiş bulunuyorlar.  İmar planı gerçekten adına layık bir şey olsaydı, imarsız, mimarsız, plansız meydana gelmiş eski şehir ve kasabalarımızın yaşam kalitesini az-çok sağlayabilmesi gerekirdi. Mesela, konumuz olan kayıp oyun alanları sorununa, apartmanların arka bahçelerinin en baştan birleşik ve bütüncül olarak tasarlanabilmesi bir çözüm olabilirdi. Bunu yapabilmek için müstakil parsellerde bina inşa etme fikrinin gözden geçirilmesi, yerine “ada” adı verilen etrafından yollar geçen ve içinde birçok parselin bulunduğu şehir parçalarının arka çekme mesafelerinin bir bütün olarak değerlendirilerek bunlarla ortak bahçe ve avlular oluşturulması gerekiyor. Bu sayede kapalı sitelere özgü güvenlikli alanlar şehirlerde her yerde mümkün olabilir. Kısacası parseller müstakil olarak değerlendirilecek olsa bile, imar planlarında adaların içinde kalan kısımları baştan bir kentsel tasarımla birleştirerek, kotlarına kadar ortak kullanıma uygun ve hazır hâle getirilmesi gerekiyor.  Aslında bu kentsel tasarım hizmetini tek bir adadan daha büyük alanlarda mimarlardan bir bütün olarak almak, hatta yarışmalarla temin etmek çok daha büyük fayda sağlayacaktır. Bu sayede sadece yapı adalarının içlerindeki boşluklar değil, etraflarındaki bina kütlelerinin birbirleriyle ilişkisi de dikkate alınabilir. Mesela adaların etrafını çeviren bina kütlelerinin arasında genişçe bir boşluğun açıldığı noktalar bir hat üzerine getirilerek şehirdeki hava dolaşımı faydalı olacak şekilde düzenlenebilir. Veya, eğer bütün bir adayı bir kalemde inşa etmek mümkün olsa, tek bir azami yükseklik yerine yer yer yükselip alçalan yapılar öngörülebilir ve bunların bazıları yoğun şehir dokusunda güzergâh belirleyici küçük ve sevimli yükseltiler olabilirler. Hatta yapı adalarının içinde yer alacak kreş, postane, kıraathane, toplum merkezi gibi kamu yapılarının yerleri ve büyüklükleri, konut yapılarının kütle ve boşlukları dikkate alınacak şekilde belirlenebilirse, daha da tadından yenmez olur. İnanıyorum ki ancak imar planıyla mimari plan arasında köprü oluşturacak bu gibi kentsel tasarım yöntemleriyle şehirlerimiz uzun zamandır maruz bırakıldığı imar planı saçmalığından kurtulmaya ve her yaştan insan için yeniden bir cennete dönüşmeye başlayabilir. Bütün bunlar mümkün ve pek az maliyetli şeyler. Mesele oyunun ne kadar ciddi bir şey olduğunu unutmuş bir topluma dönüşmüş olmamız. Günlük hayatımız gibi şehirlerimiz de en basit ve kaba, yani üzerinde yeterince düşünülmemiş ve düzenlenmemiş gerçekliklerden ibaret. Kabuğumuzu kırmamız için yeni bir iletişim kültürü oluşturmamız gerekiyor, çünkü şehirleri yukarıda izah edildiği gibi tasarlamakta hiçbir güçlük olmasa da, toplumu ve bürokrasiyi bu işe inandırmak ve eşgüdümlü hareket etmelerini sağlamak şu an için oldukça zor. Ama yakın gelecekte bunu mutlaka başarmalıyız; aksi takdirde şehirler üzerimizdeki yüklerini ağırlaştırmaya devam edecek ve bizler de medeniyet iddiası olmayan bir millet olarak kalmaya devam edeceğiz. Aldo Van Eyck’in Amsterdam’da iki apartman duvarının arasında gerçekleştirdiği bir oyun sahası (1954).   Bangkok’ta gecekondular arasında oluşturulmuş bir top sahası (2016). “Rafadan Tayfa”nın arsası