Yusuf Civelek

Kendimizi bildiğimizden beri süreklilik arz ettikleri için kanıksadığımız hadiseleri sorgulamak bir tarafa, bunların farkına dahi varmayız. Görme kültürümüz ile ilgili hadiseleri rahatlıkla bu sınıfa sokabiliriz. O nedenle dünyada neden çıplak gezmememiz gerektiğini hergün kendimize sormuyoruz. Bu çok doğal olmakla birlikte, sormamız gereken çok önemli olabilecek soruları da sormuyoruz. Bir zamanlar resim sanatının, şimdi ise mekanik-dijital araçlarla üretilmiş imgelerin üzerimizdeki etkilerinden de anlayacağımız gibi, görmenin tek amacı bedenimizi korumak ve hareket ettirmek değil; bu duyunun asıl vazifelerinden biri de bize dünyayı içinden değer yargıları çıkaracağımız manzaralardan oluşan bir temâşa gibi göstermek. Dünyanın bizde sevgi, nefret, korku, hayret ve sevinç gibi duygular uyandıran manzaralardan müteşekkil olduğunu galiba en iyi sinema sektörü fark etmiş bulunuyor, ki Adorno’nun da üzerinde durduğu gibi bu sektör bazen bunu epey suiistimal edebiliyor.

Sonuçta insanlık tarihinde görme kültürü diye bir şey olduğu şüphe götürmez. Ancak tarihte bunun bilinciyle hareket edildiği pek kolay söylenemez, zaten bu ihtiyaç yeni hâsıl olmuştur. İnsanlığın dünya üzerinde kurduğu sun’i dünya görece çok küçükken, insan tabiî dünyanın manzaralarıyla mest olmaya devam edebiliyordu. Bunu hemen ön planda bir kayık, arka planda birkaç barakanın göründüğü bir göl manzarasının resmedildiği bir suluboya resminde hissedebiliriz.  Günümüzde ise bakışımızı herhangi bir yöne çevirdiğimizde gördüğümüz manzaralardan aynı şekilde etkilenmek sadece mutlu bir tesadüfe bağlı ve çoğu kez kendimizi varlığımıza düşman bir dünyada yaşadığımız hissini ilham eden manzaralarla çevrili buluyoruz. Bu manzaralar şehir dediğimiz şeye ait olup artık resmetmeye bile gelmiyorlar, çünkü resim, gerçekle arasındaki mesafeyi tabiî güzellik fikrini oluşturmakta kullanıyor, tabiatı daha basit, insanın kontrolü altında ve munis bir şey, bir temaşa gibi sunuyordu. Gerçekliği taklid eden temsil resminin çağdaş şehirlerin ortaya çıkmasıyla birlikte kaybolmuş olması, aynı şeyin tamamen insan yapısı bir çevrede geçerli olmadığını gösteriyor olabilir. Bunun yerine fotoğraf ve sinema, şehrin içinden sayısız ontik durumu sergileyen manzaralar bulup bunlarla temaşa açlığımızı doyurmak durumunda kalıyor, ama bunu yaparken açlığı daha da artırıyor.

Benjamin, modern sanatın temsilî görüntülerden azâd olma arayışını fotoğraf makinesinin görmeyi metalaştırmasına duyulan tepkiye bağlamış. Galiba fotoğraf öncesi resmin nadirattan olması, insanları az-çok büyülüyor, yarattığı imgelerin kendini aşan bazı değerleri haiz olduğu vehmini aşılıyordu. Ama fotoğraf ve baskı çağında imgenin etkisi iyice anlaşıldı ve ticârî amaçlar için metalaştırıldı. Büyük kalabalıkları kendine çeken önce panaroma, fantazmagorya gibi dekorlar, sonra reklam, film, tv, instagram vs. gibi giderek küçülen araçlarla bir izlence toplumu kültürü oluştu. Böylece gerçekliğin şuurumuza sirayet eden manzaralardan oluştuğunun idraki her türlü temsilin içinde bilinçli olarak yer almaya başladı ve insan dünyayı kaydeden cihazların ürettiklerini görmeye bağımlı hâle geldi veya getirildi. Halbuki Dostoyevski’nin Netoçka Nezvanova adlı romanındaki genç kızın kaldığı malikânenin kütüphanesinin anahtarını gizlice temin etmesinin şahitliğiyle, vaktiyle sadece görsel değil, zihinsel imgelere bile dikkat edildiği söylenebilir. “Görmenin liberalleşmesi” denen şey tam da bununla alâkalı olsa gerek. Modern sanat için elzem olan bireysel görüşün serbestliği belki iyi bir şey olsa da, her şeyde olduğu gibi güya bireysel olan özgürlüklerin tamamında olduğu gibi, bunda da bir bit yeniği olabilir. Ne de olsa “özgür” bireyler organize güçler karşısında eskinin cemiyet kalkanına sahip olamıyorlar.

İnsan ırkları çeşit çeşit; her birinin kendine has özellikleri olsa da, bütün dünya artık aynı giyim modasını takip ediyor. Modanın merkezi olan Avrupa ve Amerika’nın ise - çeşitlilik görüntüsüne rağmen – muayyen bir insan bedenini ve coğrafyayı esas aldığı kesin. Sonuç olarak milyonlarca, hatta milyarlarca insan bedenlerine ve iklimlerine uygun olmayan kıyafetler giymeye mecbur olarak yaşıyor. Halbuki her renkte ve kendilerine has kesimleri olan “göreneksel” kıyafetleri içerisinde arz-ı endâm eden folklor ekipleri, hiçbir ırkın bedenini onu gülünç veya çirkin gösterecek şekilde örtmemiş olduğunu ispatlıyor. Bu gören insan, “saçın, tenin ve hatta mekânın yerel renklerinin tonları bile çoğu kez bu kıyafetlere şekil ve renklerini veren sâikler arasında olmalı” diye düşünmeden edemiyor. Bunlar, yüzyılların tecrübesine şâmil bir görme kültürünün moda karşısındaki üstünlüğünü olduğu kadar güçsüzlüğünü de kanıtlıyor. Ne de olsa artık milyarların bedenlerinin nasıl görüneceğini sürekli olarak yeniden tasarlama özgürlüğü olan bir takım yetkin insanlar var; tabiî herkesin de bu insanların tercihlerini tercih edebilmelerini sağlayan bireysel özgürlüğü var. Ayakta “ no show ” çorapla giyilen rugan veya spor ayakkabı, üstte neredeyse “tayt”a benzeyen, bilekleri de çıplak bırakan dar pantolonları giymeyi adeta bir zaruret olarak gören yağız delikanlılarımız bu özgürlüğü pek iyi bilirler.

Bütün bunlar bir yana, tasarımsız bir dünyayı hayal etmek boşuna, çünkü görenek ve gelenekler geri gelmeyecek. Yine de bu dediklerimiz lâf-ı güzaf değil. Yapmamız gereken bir şey var, o da etkin bir görme kültürünü tasarım bağlamında baştan ayağa düşünmek.  Sözde özgürlükler çağında neyi görmek veya görmemek hususunda bir mutabakatın mümkün olamayacağını da hesaba katarak, bu meseleye büyük bir cehd,  yani bir cihat olarak yaklaşmak lâzım. Hayatımızın her görme anını ziyandan kurtarma yolunda açılmış bir cihadı gütmek, belki de imkânsız bir kat’i zafer kadar hayatı doyurucu ve anlamlı kılabilir.