Görme Kültürü ve Okul

Gün gelir, çocukluktan ergenliğe kadar hayatımızın baharını kapsayan okul çağlarımız gözümüzde titreyen aziz hatıralara dönüşür. Bunu bilen öğretmenler, sanki ileride içimizi sızlatsın diye arada bir sınıf fotoğrafı çektirirler. Zamanlar geçip de fotoğraftaki çocuğu uzaktan akraba gibi gördüğümüz bir an geldiğinde, ona acımayla karışık bir sevecenlikle, sanki “artık yoksun sevgili küçük, keşke geçmiş zaman geri dönse de seni bir kucaklasam” der gibi bakarız. En nobranımız bile, okul çağlarının hatıralarının beslediği bir nostalji duygusunu veya onun gibi bir şeyi içinde taşır. Rıfat Ilgaz, “Hababam Sınıfı”nda bu duyguyu kendi ile birlikte sona ermeyecek bir formata aktarmayı başarmış nadir vatandaşlarımızdan biridir.

Gel gelelim okulu pek de bizi biz yapmış olan bir kurum olarak görmeyiz. Nitekim “pilav günü” gibi isimler verilen, okulu ve sınıf arkadaşlarını bir daha görme toplantıları pek az okulumuzun bir geleneğidir. Geç de olsa Anadolu’ya hızla yayılmış okullarımız yeni yeni uyanan çeşitli duygularımızı ulvî düşüncelere bağlama vazifesini ya çoktan unutmuş, ya da artık yerine getiremiyor olsa gerekler ki, büyüklüğümüzde geçmişte kalan o naif, küçük çocuğu hatırlatmaktan ziyade bir işlev göremiyor, bazı hatıraların mecburi mekânı olmaktan ileri gidemiyorlar.

Demem o ki, okullarımız ruhlarımıza daha pek küçükken biraz Romantizm tohumu serpebilseydi, ileride gönlümüzdeki ve zihnimizdeki yerleri başka olurdu. Bu açıdan Anglo-Saksonlar sinemada seçkinci okullarıyla ilgili çok şey işlediklerinden, memleketlerinin ruhuna ve aklına yön vermiş olan şahsiyetlerin bu “yön”lerini okullardan edinmiş olduklarını sezebiliyoruz. Lâkin, Romantizme neredeyse bizim kadar uzak gibi görünen bir memleket olan Japonya’da da sağlam bir okul kültü olduğu bazı “anime” filmlerinden anlaşılıyor. “Yüreğinin Sesi” (1995) ve “Saniyede 5 Santimetre” (2007), hormonlara çalışan pespaye animelerin dışında hemen sayabileceğimiz iki baş yapıt olarak temayüz ediyor. Ortak noktaları herhangi bir Japon’un ortak duygularını depreştirecek hatıra imgelerinin özenle tasvir edilmiş olması. Büyük bir emekle, en ufak ayrıntısına kadar resmedilen nesneler ve mekânlar – çizgili defterlerden sınıf eşyaları ve pencerelerine, beton duvarlara ve parke yollara düşen gölgelerden sokak lambalarının alacakaranlıkta yanışlarına, eve giden yolda, günbatımında tenha ve huzur hissini artıran park etmiş ve sessizleşmiş motorlu araçlara kadar – Japonlara ortak bir görme kültürüne ne kadar bağlı olduklarını hatırlatıyor olmalı. Belki de Edo döneminin gündelik hayatı ele alan meşhur tahta baskılarının gördüğü işi, resme gelmez modern şehirler için bu tür animeler görüyor olabilir.

Her iki filmde de çevreyi oluşturan nesnelerin muazzam çokluğu ve çeşitliliği büyük bir maharetle işlenmiş olsa da, yine de her şey olması gerektiği gibiymiş, yerli yerindeymiş hissi galip geliyor. Güzel değil, işlevsel olmak için yapılmış bir okul binası, spor sahaları, karmakarışık elektrik hatları, kıvrım kıvrım yollar ve sokaklar, bitkilerle kaplı şevler ve etraftaki bütün araç-gereçler, hatta hiç de konforlu sayılmayacak sıkış-tıkış sosyal konutlar, ve tabiî ki insanlar, bütün sıradanlıklarına rağmen cırcır böceği seslerinin doldurduğu yaz günlerinde adeta birbirleri içinde eriyerek ortalama nitelikleri hâiz parçaların mükemmel uyumunu ima ediyorlar ve sıradan, gündelik hayatı estetize ederek Japonya denen şeyi, seyircinin aziz hatıralarıyla ilişkilendirerek sevmeyi aşılıyorlar. Haytalık bile çocukluğun hakkı olan anlık bir laubalilik olmaktan öteye geçmiyor. Yine de Japonya’nın modern dünyasının bilinçli olarak bir görme kültürü üzerine bina edildiği söylenemez. Bu örneklerde – ki ikinci filmdeki okul gerçekten mevcut -  film hayatı estetize ediyor ama tersi, yani hayatın hayâli taklid etmesi, henüz vâki değil. Belki modernlik öncesi zamanlardan kalan ve Batı’dakine benzemeyen bir Romantizm içeren eski kültürün bazı alışkanlıkları belli-belirsiz sürüyor olduğundan, sanayi çağından itibaren kültürle arasındaki uyumunu kaybetmiş olan şeylerde bile hâlâ bir bütünlük hissi verecek bir ruh yaşıyor olabilir.

Şimdi bizim okullarımızda yaygınlaşan “millî mimari” tarzını veya tarzlarını bu bağlamda değerlendirmek fena olmaz. Mâlum olduğu üzere, bu tarz(lar) sadece cephelerin tanzimini kapsıyor ve çocuklara bir aidiyet ve kimlik fikrini aşılamayı hedefliyor. Demek ki ilkel de olsa bir görme kültürü ideolojisi mevcut; lâkin o kadar yüzeysel ve zayıf ki, ilk rüzgârda uçup gidecek bir teneke çatıyı andırıyor. Acaba okullarımızda, mesela tabiatı hatırlatacak ve sevdirecek huzur dolu bir bahçe, güzellik fikrini aşılayacak oranlar ve renkler, yücelik, ihtiram veya huşû hissi verecek mekânlar, ahlâk ve zekâ inceliğini öğretecek yapım ayrıntıları ve işçilikler bize ait bir görme kültürünün alâmetlerinden olsaydı, daha derin ve kalıcı bir kimlik ve aidiyet ideolojisine hizmet etmez miydiler? Bu suretle güzelim bir Osmanlı konağında bile sadece haytalık yapan hababam sınıflarının yerini, vaktiyle beynelmilel saygınlık kazanmış bir kültürü ileride ihya edecek, hatta yeniden inşa edecek öğrenciler almaya başlamaz mıydı?

Kim bilir?