Köse Dağlarında yoz çobanlığı yapan rahmetli Meletli Hacı Dayının, “Geceleri İkisivri’den Sivas’ın ışıklarını seyrederdik” dediği ellili yıllarda, biz ilkokul sıralarındaydık. Gecelerimizi çırayla değilse de idare, gaz lambası, açık havada da yakılabilen gemici feneri gibi araçlarla aydınlatırdık. Gerçi o yıllarda geceleri kent ışıklarını seyretme konusunda büsbütün nasipsiz sayılmazdık. Nisan ortalarından Mayıs sonlarına dek, köyle yayla arasında bir durak, bir ilkbahar yaylası, köylülerin deyişiyle ‘döllek’ olarak kullanılan Sıradam’ın ağıllarından, özellikle beş altı ailenin birlikte oturduğu, iki ocağı birlikte tüten büyük ‘çobanlık’tan, her gün akşam karanlığıyla birlikte düzenli olarak kurulan bir ışık sofrasını, Zara’nın gece ışıklarını seyrederdik.
Sıradam, Köse Dağlarının güneybatıdaki son ayağı sayılabilecek bir yükseltinin üzerine kurulmuş, sahipli bir yaylaydı. Ağıllar, ekilip biçilen alanlarla meraların sınırına yapılmıştı. Köylülerin kullandığı, Sıradam’a benzeyen başka döllekler de vardı. Karayatak, Deliktaş, köylülerin ‘Gesali’ dediği Yesiali, bunların başta gelenleriydi.
Aralarında hayvanların evrilip çevrilebileceği yeterli açıklık bırakılarak, karşılıklı iki sıra düzeninde yapılmış iki büyük kara yapı görünümündeydi Sıradam’ın ağılları. İçine girenler, ortak çatının altındaki damların sayısının arttığını görebilirdi. Koyunlar, kuzular, sığırlar ve öteki hayvanlar için ayrı ayrı tasarlanmış irili ufaklı gözlerle, içerisinde insanların yaşadığı çobanlıklar bu iki büyük toprak damın altındaydı. Özellikle güneybatıya bakan büyük çobanlığın önünden ya da içinden bakıldığında Zara’nın ışıkları, gecenin önüsıra karartılan idarelerimizin tersine, sabaha dek yanar, köylülerin deyişiyle ‘Zara şam şam şakılardı.’
Köse Dağlarının en yüksek zirvelerinden biri olan İkisivri’den Sivas’ın gece ışıklarına bakmanın çekiciliği, belleğimizdeki yerini korusa da, bunu gerçekleştirmek, çobanlık yapmayan, geceyi dağlarda geçirmeyen ya da sürüyü gece yarısı yatağa vurup keçe maşlahın altına girmeyenler için olası değildi. Gündüz gözüyle dağlarda dolanabilirsiniz, İkisivri’nin zirvesine de çıkabilirsiniz, ancak geceyi orada geçirmiyorsanız, kent ışıklarından yana bir sonuç elde edemezsiniz.
Pamukpınar Öğretmen Okuluna başladığım altmışlı yıllarda, özellikle yarıyıl tatiline ya da Şubat tatiline giderken, Seyfe Belinden baktığımızda, karını almış, yumurta gibi bembeyaz olmuş Köse Dağlarının bütün yükseltileri karşımızda sıralanırdı. Zahman Kalesi, İkisivri, Naldöken, Köse Süleyman… Ve irili ufaklı daha birçok yükselti. Kısa süreliğine beliren, otobüsümüz Hanzar’ın yazıya aşağı inişe geçene dek süren bir görüntü. Bu yükseltiler arasında, iki çatallı zirvesiyle diğerlerinden çok kolay seçilen İkisivri’yi görmek, birbirimize göstermek, çobanların Sivas’ın ışıklarını seyrederken hissettiklerine benzer bir duygu yaşatırdı bize. Bu gözlemlerin, yalnızca dağların karla örtülü olduğu aylarda gerçekleştiğini söylemeye bilmem gerek var mı?
Dağların doruklarında gezinen dikkatimiz, belki de beş altı ay uzak kaldığımız ana baba ocağını, diplerinde gözlerden ırak kalan köyümüzü arıyordu. Sıvama kar altında yatan dağ, tepe, vadi ya da düzlüklerin orasına burasına yerleşmiş köylerin karayapıları, sokakları, ağaç dizileri ve tüten bacalarıyla oluşturduğu karartılar, göz kamaştıran kar aydınlığının içinde daha bir görünür olurdu. Sivas’tan Zara’ya dek izlenen şose yolun tam üstünde, kenarında, biraz uzağında, çok ötelerinde yer alan köylerin yaşantısına kısa da olsa tanık olup geçerdik. Hayvanlarını suvaranlar, özellikle keçilerini açık alanlarda kuru ot ya da söğüt kavak burçlarıyla yemleyenler, pınardan omuzlukla evine su taşıyanlar bir fotoğraf çekimi kadar bir süreliğine görünüp kaybolur, kendi köyümüzün de içinde olduğu bütün köylerin ortak yaşantısını anımsatırdı. Yol üzerindeki köylerden bir yanının adları yol levhalarından okunur, bir yanınınki ise inip binenlerin dilinden duyula işitile öğrenilirdi. Hanzar, Gevre, Tödürge, Cencin, Devekse… Şimdilerde bu adlardan birçoğu değiştirilmiş, belli bir yaşın altındakiler tarafından bilinmez olmuştur.
Karlı dağlar Köse Dağlarından ibaret değildi elbet. Adlarını daha sonra öğreneceğimiz birçok dağ, sağımızdan solumuzdan ya da karşımızdan boy gösterirdi. Tecer, Yılanlı, Gürlevik, Beydağı, Kızıldağ…
Uzaklara bakan gözlerin dağlarda eğlenmesi, insanın ne zaman baksa dağları karşısında görmesi bir yandan onlardaki yüceliği, aşılmazlığı duyumsamasına diğer yandan, arkalarında gizledikleri dünyaları merak etmesine, bu yolla da hayal gücünü geliştirmesine olanak vermekte, insan kişiliğinin gelişmesinde etkili olmaktadır. İnsanoğlunun boy boy, soy soy, bölük bölük bölünüşü, ortak yanları saklı kalmak üzere, adım başı sergilediği çeşitlilik, üzerinde yaşadıkları yeryüzlerinin çeşitliliğinden daha az görünmüyor bana; bilmem siz ne dersiniz?
Âşık Veysel, “İnsan kısım kısım, yer damar damar” derken bu gerçeği kalıcı olarak vurgulamış olmalıdır; üzerine çok söz götürmeyecek bir özdeyiş olarak.
İşte biz de dağdan tepeden, yazıdan yabandan, köyden kentten yola düşüp Âşık Veysel’in durağından başka bir yere varamadığımızı anlıyor ve burada duruyoruz.