Sizde de olur mu bilmem, genellikle kahvaltı sofrasında kendimi bir genel müdürlüğe atar ya da geçici olarak bakan koltuğuna otururum. Konu öngöreceğiniz gibi, sofradaki ekmekten, peynirden, zeytinden açılır; beslenme ya da gıda alanındaki anahtar sözlerle sürdürülür. Organik, natürel, doğal… Doğalı yoksa gelsin doğala özdeş olanı. Doğala özdeş portakal aroması türünden ucube kavramlar kullanılarak insanlara, büyüme ve gelişme çağındaki çocuklara neler yedirildiğinden haberi olan elini kaldırsın.

Fırından aldığı tambuğday ekmeği’nin dilimlerindeki şal ebrularına ya da mermer damarlarına bakıp, ekmeğin tam buğdayla, yarım buğdayla bir ilgisinin olmadığını, normal ekmek için hazırlanan hamura, hadi boya demeyelim, renklendirici katılarak üretildiğini gören herkes düşünür elbet. Ve şu soruyu sormadan edemez:

Beyazlatılmış undan yapılan kar gibi hamuru koyu kahverengiye dönüştürmek için ne tür boyalar kullanılıyor acaba? Dilimlerdeki şal desenlerine bakılırsa, hamurun bir karıştırıcı ile renklendirildiği, hamurla boyanın tamamen karışmadığı, bu yüzden ekmek dilimlerinde açıklı koyulu damarların oluşmasına yol açtığı anlaşılır. Peki, bu boyalarla ya da renklendiricilerle insan sağlığı arasındaki ilişkiyi araştırıp soruşturan bir kurum, bir kuruluş var mı?

Düşünüyorum da, çocukluğumuzu yaşadığımız ellili, altmışlı yıllarda organik, natürel, doğal vb. yapay sözler duyulmuş işitilmiş değildi. Buğdaylar tam buğday, su değirmenlerinde öğütülen unlar tambuğday unuydu. Öyle iken, ekmeklerimiz kahverengi değildi. Anadolu insanı, gözlerden uzaklardaki birilerini ‘buğday benizli’ olarak nitelemiştir, öteden beri.

Yüce dağ başında yanar bir ışık dizesiyle başlayan Sivas türküsünde de, ozanın sevdiceğini Ağ buğday benizli zülfü dolaşık olarak övdüğü görülür.

Ne yapmak gerekiyor peki?

Öncelikle tam buğdayın yetiştirilmesi gerekir. Buğday tam olunca un da tam olur. Kepeğini ayırmazsak ve kar gibi un elde etmek için insan sağlığına zararlı beyazlatıcı kimyasallar kullanmazsak sorun çözülür.

Çözülmesine çözülür de, bütün un fabrikalarına, bu sorunu bir çırpıda çözecek o mübarek genelgeyi kim gönderecek?

Karamanoğlu Mehmet Beyin fermanına benzer bir genelge… Bugünden sonra, divanda dergâhta, çarşıda pazarda, mektepte medresede Türkçeden başka dil konuşulmayacak! Türk tarihinde bundan güzel bir ferman göremiyorum. Ne ise, konumuza, buğday ve un genelgesine dönelim:

Yarından tezi yok, bütün fabrikalar tambuğday unu öğütecek, bütün fırınlar da o undan ekmek yapacak. Tambuğday, yarımbuğday, çeyrekbuğday saçmalıkları son bulacak. Karamanoğlu Mehmet Beyi hayata döndürmek elden gelmeyeceğine göre, iş başa düşüyor. Bir günlüğüne genel müdür ya da bakan olmak. Hani adamın biri, külahım yere düşene dek beni padişah yapsınlar, neler yapacağımı görsünler, deyip duruyormuş ya. Bilindiği üzere, öykünün sonunda, hadi padişahsın denilmiş de, külâhı yere düşünceye kadar yalnızca, ulu çayır vakıf, diyebilmiş. Kim bilir kaç koltuk aşındıran bakanların diyemediğini sen mi diyeceksin? Üstelik un sorununun çözülmesi yetmiyor ki. Bir de ekşi maya sorunu var. Tambuğday de fiyatı ikiye

katla, ekşi mayalı de üçe katla. İyi de dünyayı tanımaya başladığımız yıllarda fırıncılar kimyasal maya mı kullanıyordu? Çocukluk yıllarımın Zara’sında fırından taze ekmek çıktığında çarşıya mis gibi ekmek kokusu yayılırdı. Köylerde, Zara ekmeği demek tek başına yeterliydi. Yazın sac ekmeğine, kışın köy fırınlarında pişirilen düz fırın ekmeğine talim eden köylüler, arada sırada yedikleri Zara’dan gelen somunlara doyamazlardı. O yıllarda, Zara ekmeğinin çok güçlü bir rakibi de vardı aslında. Üretim boyutuyla değil, tat tuz bakımından tabii ki. Deredam Boşnaklarının pişirdiği büyük yuvarlak somunlar… Cuma namazına bizim köye gelen Boşnakların kendileri de, biz çocukların gözünde, getirdikleri somunlardan daha az ilginç sayılmazlardı. Ne mutlu ki, Cuma namazına hazırlanmak için bizim eve gelirler, bir bohçaya çıkınladıkları somunu hiç eksik etmezlerdi. Cuma günlerini iple çektiğimizi anımsıyorum.

Ellilerde İstanbul’u fethetmek üzere yollara dökülen Anadolu köylülerine bizim köylüler de katılmış, üslendikleri Balat’ta birçok ilke imza atmışlardı. Balat’taki fırıncıya ordan bir Zara ekmeği ver diyen Kaplanlı, bu ilkler arasına adını yazdırmıştır.

İyi ki fırıncılar, Himalaya tuzu kullanıyoruz deyip ekmeğe bir de tuz zammı yapmıyor.

Bir ekmekle iş bitmiyor ki. Bunun peyniri var, zeytini var, yumurtası var… Şimdilik analarımızın, sofranın hazır olduğunu duyururken seslendirdikleri cümleyi, hadi gelin ekmeğimizi yiyelim cümlesini anımsayıp, yalnızca ekmek sorununu çözmüş olmaktan gurur duyarak, diğerleri için de genel müdürlük ya da bakanlık için ek süre isteyeceğimize söz vererek yazıyı noktalayalım.