Ahmet Özdemir
Cumhuriyetin 99. yılının içindeyiz.
Konuyu seçime bağlayacağımı sanmayınız. Cumhuriyetin 100. yılını görebilir miyim, diye hiiiiç tasam, kaygım, kuşkum, korkum, düşüncem yok. “Be adam şuna kısaca endişem yok, desene, sözü dolaştırıp duruyorsun,” diyeniniz olacaktır.
Hoca bir gün şöyle dua ediyormuş:
“Rabbim bana 100 altın gönder, 99 olsa kabul etmem!”
Yandaki komşu birkaç defa bu yakarışı duyunca bir şaka yapmaya karar vermiş. Bir keseye 99 altın koyarak bacadan Hoca'nın evine atıvermiş.
Hocanın bu parayı kabul etmeyeceğini düşünüyormuş. Ama Hoca bacadan düşen keseyi açmış. Tam 99 çil altını saymış. Demiş ki:
“99'u veren Allah elbet 100'ü de verir!” Fıkranın ikinci bölümü de var ama bir başka gün anlatayım.
Cumhuriyetin 25. yılında Şarkışla’nın toprak damlı bir evinde, gözümü dünyaya açmışım. Cumhuriyetin ellinci yılına geldiğimde, birken iki olmanın, ev bark kurma, çoluğa çocuğa kavuşabilme telaşı içindeydim. Bir yıl sonra ikiyken üç, iki yıl sonra, dört olmadın sevinci, sosyal hayata ve mesleğime tutunabilmenin koşturmacası içindeydim. Cumhuriyet’in 75. yılında dingin, bilinçli bir cumhuriyet sevdalısıydım. Ulusça 75. yıla ermenin coşkusunu, “bir tatlı huzurunu” iliklerimde hissediyordum. 75. yılın envanterine ben de küçük de olsa, elimden geldiğince ya da gücüm yettiğince, karınca kararınca emeğimle katkıda bulunuyordum. Bunlardan biri “75. Yılda Cumhuriyet Şiiri Güldestesi”ydi. Dünya Gazetesi yayınları arasında çıkmıştı. Diğeri Yesevi yayınları arasında okuyucuyla buluşan “Cumhuriyetimiz Şiimiz” adını taşıyordu. Yazdığım bir televizyon program dizisinin metinlerini, Cumhuriyete giden yolun duraklarını şiirlerle anlatıyordu. Bir başkası aşağı yukarı bin sayfa hacminde bir kitaptı: Cumhuriyet Dönemi Türk Hikayesi” adıyla Toker Yayınları arasında çıkmıştı. Arkası bereketiyle geldi. İrili ufaklı yüzü geçkin kitapla Cumhuriyet’in 99. yılına ulaştık. Gece kendi kendime sordum:
“100. yıla ne getirdin?” O kadar zor, kıt ve kurak ortamın içindeydim ki, Zaralı Halil’in söylediği türkü dilime pelesenk oldu takıldı:
“Tevekte üzüm kara
Salkımı düzüm kara
Ben yare gidemiyom
Elim boş yüzüm kara”
Bir süre sonra isyanım, dilimin pelesengini bastırdı. Dedim ki:
“Yüzüm niçin kara olsun. Yunus’un bir heybe alıcı misali bir armağanın yoksa, seni yoksun bırakanlar utansın.”