Zara Belediye Başkanı Fatih Çelik’e. Doğduğum şehri selamlıyorum. Doğduğum şehrin evliyalarını selamlıyorum. Doğduğum şehrin çocuklarının, mazlumlarını selamlıyor ve ellerinden öpüyorum. Doğduğum şehrin salkım saçak söğütlerini selamlıyorum. Doğduğum şehrin başta Kepenek suyu olmak üzere sebillerini selamlıyorum.Doğduğum şehrin Çifte Minareli medresedini selamlıyorum.Doğduğum şehrin soğuk ve sıcak çermiğine selamlıyorum.Selam olsun, selam olsun...Vesselam. Bu sabahta girizgahım selam ile olsun istedim.Sabahın selamı ve selasıyla uyandım. Bakalım bu gün neler çıkacak.Küçük rüyalarla büyüyorum. Büyük rüya, evliya enbiya rüyası. Doğduğum yeri rüyamda dahi göremiyorum, artık. Doğduğum şehir küstü galiba. O nedenle “selamla” başladım ki, barışsın benle.
Işıktan rahatsız olan bir yarasanın karanlığa sığınması gibi yıllardan beridir, bende, odamın karanlığına sığındım. Konfüçyus'de takılmış karanlığa. Bakınız ne demiş; Karanlıktan şikâyet edeceğine bir mum yak! Benim karanlığı sevmem bir mum yakmak değil midir? Bence mumdur. Çünkü sevgim ve sevdiklerim karanlığımı aydınlatıyor.
İşte Atsız;
Son ışık söneli nice zamandır;
Rüyalar! Yeniden önüme düşün!
Atsız, karanlığını aydınlatanın rüyaları olduğunu ifade ediyor, sanki.
İşte Erdem Beyazıt;
Susmanın kalesine sığınıyorum
Önümde karanlıktan duvarlar
Sırtımda insan yüklü bir gök var
Necip Fazıl koymaya gerek var mı? Bence yok. Zaten daha önce yazmıştım onu.
Saat 02.42.Uykusuz gecelerimden bir gece daha. Hava soğuk olmasa dışarı çıkıp havuzun kenarında oturup, gökyüzünü seyir ederdim.
Yıldızlar, karanlığın gözleri. Bulutlar, karanlığın ruhu. Ay, karanlığın kalbi. Üçüde semada.
Önce karanlığın gözleriyle konuşurdum; Her bir yıldıza rahmeti rahmana göçen sevdiklerimin adını verip onlara el sallardım.İşte o an karanlığın gözü yıldızlardan bir ışık sızması olsa ve havuzu aydınlatsa.Ve bir yıldız gülse, bir eve giren güneş gibi oda benim kalbime girse. İşte o an en sevdiğim, annem gönlümde dirilse.
Sonra karanlığın ruhuyla konuşsam;Selam sizlere karanlıkta koşan bulut. Semaya bıraktığın izleri takip edeceğim, söz sana desem.İşte o an bulut dile gelse ve dese ki, gönlüne koyduğunun ruhuyum. Annenin ruhu.
Sonra karanlığın kalbiyle konuşsaydım. Karanlığın kalbi, gecenin kalbi, sana baktıkça hasret vuruyorsun yüreğime. Ve sen gibi olan yalnızlığım bana işkence ediyor.Sonra karanlığın kalbi o kadar uzaktasın ki, sana bir gurbet şarkısı söylesem dinler misin desem. Desem ki ey karanlığın kalbi ben sana aşık oldum senden habersiz. Ondan bir ses gelse; uzat elini dese, uzatsam ve ellerim boşlukta kalsa ve ben uyansam.
Gayet güzel muhteşem bir gece yine. Semavi ve dindarene bir gece yine.Gece hıçkırıklarla secde gece kadar muhteşem. Unutmuşum, unutmuşuz.Gece bizden şikayetçi olmasında ne yapsın.
Sabah namazımı kıldım şunları yazdım;
BİLİNMEZLİK
Taş olmuştu, kaya olmuştu sanki. Ruhunu oymuş, dağ dağ olmuş vücudunda mağaralar oluşmuştu, sanki. Düşünce hayaletleri gibi ölüm bu mağaralarda gizlenmişti.Hem, Dünyanın var olduğu günden beri hangi insan yok ki kendini öldürmeyi aklından geçirmesin.Sonsuzluk düşüncesinin en acısı bu olsa gerekti.Hayır bu değil; kendi ölüsünü iple ruh mağarasına asmaktı.Bu, kaderini intihar ettirmekten gayri bir şey değildi. Sonra hayale daldı; kaderi ipin ucunda sallanıyordu.İpin ucundaki hayatı sessizliğe gömülmüştü.Aklına ilk gelen kaderi için darağacı vardı ama parası için yoktu.Bu ne yaman paradokstu. Bu ne yaman bilmeceydi."Küskün hayatın küskün intiharı olur" , dedi kendi kendine.Veya ruhsuz günahın veya günahın ruhu insanı böyle sarar sarmalardı.Bilmeceler, sorular ve cevapsızlar.
Uzun gecenin ardından güne böyle başladı, Zülfikar.Arkasında iz bırakmadan yürüyordu. Belli ki kafasında dünyanın diğer ucuna gitmek vardı.Dünyanın öbür ucu acaba cennet ve cehennemin birleştiği uçmuydu, onuda bilmiyordu.Özgür olma isteği o kadar depreşmişti ki ister cehenneme ister cennete isterse ikisinin birleştiği yer olsun, Zülfikar gitmeye kararlıydı.Yolunu ne şu gökteki güneş, ne yıldızlar aydınlatmasada o gidip dolaşacak ve hevesini alacaktı.Zülfikar özenle iliklediği ceketinin altına ütülü bir pantolon boyalı bir ayakkabıyla ve elindeki sedef başlı bastonuyla belli ki güngörmüş biriydi.Beyni karmakarışık hatıralarla dolu olsada gönlü gerçeği bulmuş, sevimli bir edası olan ihtiyardı.Bu edasıyla hem bedeni hem ruhu dolu birine benziyordu.Yüzündeki çizgilerde bunu açıkça destekliyordu.Genç görünen bu yaşlı adam, hiç bir şeye kulak asmadan bastonuna basa basa emin adımlarla yürüyordu.Yürüyüş tarzından belliydi ki hayatıyla yaptığı anlaşmayı hiç bozmamış fakat yasayla yaptığı antlaşmayı bozmuştu.O kadar dik ve kendinden emindi, yani.Yüce ruhlu olduğu için ona sanki "yüce" ünvanı verilmişti.Yüzündeki masumlukta o makamın eseriydi.Kendini sevme mutluluğuna erişmiş hatta aşkın sevincini tatmıştı, besbelli.Paranın gücünü asalet ve adalet gücüyle yenmişti, Zülfikar.Gözünde ışık saçan bir perde vardı, sanki.Caddede sevgi elbisesi giymiş bir adamı görmek ne kadar gariptir?Gökyüzüne doğru bir elinde gül diğer elinde lale olan uçan bir melek gibi sokakta yürüyordu, Zülfikar.Elle tutulmaz gözle görülmez bir "hayal adamdı" sanki Veya Sanki elle tutulmaz, gözle görülmez "hayal adamıydı".Beyni ve kalbi eşanlı güzelliklerle birlikte çalışmayı başardı için bedeninde dinç görünmesi son derece dikkat çekiyordu.Beyni kalbe, kalbi güzelliğe bağlayan ve adına aşk denilen görünmez zincirin bütün neşesi üzerinde yürüyen Zülfikar, bir ara durdu ve arkasına baktı. Bu sanki maziye bakış, arkada bıraktığı anılarına bakıştı. Hava halen karanlık olmasına rağmen o geçmişini görmüş gibi yüz hatlarında anılarının izleri parladı. Gün gün düşünce düşünce hayatını izledikten sonra Tekrar bastonun ucuna basa basa yürümeye devam etti.Zülfikar öyle bir ruh hali sergiliyordu ki, bazen tabiatın güzelliğini göremeyenlere şiirle gösteren şair bazen rüzgardan notaları keşf eden müzisyen fakat her daim insan olduğunu hatırlatan bir duruşu vardı.Bencillik uçurumuna düşmeyen Zülfikar karanlık yolda mı düşecekti?İşte bu sayede şimdi nasıl kayalara dalga vurunca veya nasıl bir el kayayı okşayınca kaya farkında değilse o da hiç bir şeyin farkında olmadan yürüyordu, hatta umursamadan.Çevresini saran bütün büyük ve küçük hevesleri birer birer temizlemiş önünü açmıştı. O nedenle arkası karanlık önü aydınlık o nedenle düşmeden yürüyordu.Ruhunu örten et perdesini yırtmayı başaran kaç kişi vardı ki? Nefsin engizisyonun ona hiç etki etmemesi bundandı. Düşman dünyasına başkaldıran ülkücü karakterli biriymiş, Zülfikar.Aslında düşman dünyasına onun başkaldırmasına gerekte yoktu. Çünkü onu zaman ve düşünceleri zaten bitirmişti. Zülfikar'ın bitene, ölene başkaldırmasana bu yüzden gerek yoktu. Ama o belki halen "yaş ve düşünce" ölmemişlerdir, belki cılızda olsa bir delikten nefes alıp veriyorlardır diye onlara karşı temkinli duruyordu.Ömrünce korktuğu iki düşman bunlardı.Babası ne demişti, "su uyur düşman uyumaz".Bu yolculuk nasıl nihayet bulacaktı bilinmezdi ama bu yolculuk onun için "iç uyanış" yolculuğuna dönüşmüştü.Zülfikar, gerçeğin tesadüf olmuş zaferiydi.O ölümü güvenle öldürmüş ve güvenli ölümü seçmişti.O nedenle Zülfikar her ferdi muharebeyi kazanmış fakat zafer sarhoşu olmamış, tam aksine zafer onu huzurun huzuruna ulaştırmıştı.Bu hal üzere giderken Zülfikar duvarın köşesinde bir gölge gördü. Zülfikar gölgeye selam vermek istedi fakat gölge birden kayıp oldu. Köşeyi geçti dönüp bir daha baktı gölgeye, gölgeyi bu kez çok üzgün görmüştü fakat geri dönmeyi düşünmedi ve yoluna devam etti.O an aklına şu geldi; "yolu ve yolculuğunun mertebesi ancak buraya kadarmış, gölgenin".Zülfikar'ın annesi Zülfikar'ın geldiği mertebeyi görmüş olsaydı derdi ki, " babası bile bu kadar gelemezdi".Devam ederdi Zülfikar'ın annesi; "babası Allah için ibadet ederken o Allah ile ibadet ederdi.Babası yeryüzünde o ise gözyüzünde bilinir;Üveys gibi.Aralarındaki fark çok ince ve çok hassas.Onda fikret ve uzlet birken babası ne fikreti ne de uzleti anlamamıştı.Zülfikar bildiğiyle amel ettiği için bilmediklerinide öğrenmişti ama babası öylemiydi, hayır değildi".Bu cümlelerden anlaşılıyor ki, Zülfikar'ın anneside boş değildi.Zülfikar Tanrı Dağlarında uçan kartal gibi yalnız yürüyordu.Velhasıl Zülfikar'ın ruhunun hem derinliği vardı, hem yüksekliği.O kadar ki Zülfikar derinlikte, mezarın havasının yükseklikte miraçın havasının kokusunu alabiliyordu.Onu Allah'a götüren güzel ahlak, güzel ahlaka götürende yüce Peygamber değil mi?Meleklerin ilahisi hem aşağıdan hem yukarıdan duyuluyordu.Hakikat ve rububiyet makamında olupta bu ilahileri duymayan var mı? Kulluk ve ubudiyet makamından hakikat ve rububiyet makamına çıkış yoludur, bilinmezlik ve Zülfikar bu yolu böyle bildi.Saat;06.43 30/05/2020