Mesela bizim mahallemizde Hatçe teyzemiz vardı. Hep öyle seslenirdik: “Hatçe teyze!..” Hatice demezdik, bilmezdik, Hatçe derdik. Hemen evimizin çaprazında ahırları vardı, Gökmedrese Mahallesi’ndeydik, ilerisi dedem mahallesi Çayırağzı. Her sabah ineklerin, mandaların, sığırların Çayırağzı yolculuklarını seyrederdik. Memet emmi (Mehmet değil, Memet!) kalınca sopası elinde “ho”layarak mallar önünde Şeyh Çoban Camii önünden devam eden mal katarını ırmak kenarına kadar, Çayırağzı’nı ilerisindeki şimdiki Yenişehir’e doğru sürer, bu verimli arazilerde yemyeşil vahada, mil deryasında malları otlatırdı.

Bazan arkadaşlarla kaçardık, o sürüyü izlerdik. Memet emmi bizi görür, sesini çıkarmaz ama bizler bir bakıma komşuluğun da verdiği güveni hissederek o alanlarda bizler oynardık. Mallar otların, bizler top peşinde koşturur dururduk. Kimi zaman bizi seslerdi Memet emmi, çıkınından çıkarttığı ekmekleri peynire katık etmede biz çocuklardan yardım isterdi, anlamazdık ama şimdi anlıyorum ki, o bizim için Hatçe Teyzeden fazlasıyla çıkınını doldururdu. Büyük bir iştahla yerdik, sonra evimize dönerdik. Ve akiam o mal katarını beklerdik…

15-20 arasında değişiyordu bu sürü. Mahalleye girişte bizlerin çığlıklarıyla karşılanırlardı. Kimimiz korkar, kimimiz korkmamaya çalışır, ellerimizi kuyruklarından tutmaya zor ederdik, cesaret yarışıydı bir bakıma. Sonrasında o sürünün ahıra girişini seyreder, Memet emminin ve Hatçe teyzenin ahırın kapısını kapatmasının ardından dağılırdık…

Annemiz elimize tas verirdi, büyükçe. Giderdik, Hatçe teyzenin 1 litrelik maşrapasından tasımıza bembeyaz, mis gibi sütün aktarılmasına bakardık. Hiç ahıra girip hayvanların nasıl sağıldığını görmemiştim, korkardım. Ama dışarıdan onların huysuz sesleri arasında bizlere verdikleri nimetleri alırdık, eve dökmemeye çalışarak götürürdük.

Annem kaynatırdı, bardaklarımıza aldığımız sütten içerdik, annem bazen yoğurt mayalamaya aldığı sütten dolayı bize hiç süt vermezdi, sesimizi çıkarmazdık.

Gün geldi mahallelerden ahırlar kalktı, sütlerin evlere servis dönemine girdik, ahırların şehir dışına çıkarılması bizim çocukluk anılarını tazelememize neden olmuştu.

***

Televizyonlarda seyrettiğimiz marketlerden alınan süt görüntülerinin ayniyle bizde de yaşanacağını hiç tahmin etmezdik, oldu. Artık marketlerden süt almaya başlamıştık…

Tıpkı makarnalar gibi… Erişteler vardı, kadayıflar vardı, yufkalar vardı…

Güz gelince annemin yaptığı o güzelim erişteler, kadayıflar, yufkaların yeri artık tek kalemde birleşti: makarna… O da marketlerden…

Mahallelerimizde çeşmelerimiz vardı, suya para vermek aklımızdan geçmezdi, o da oldu…

Eskiden bir gönül selamıyla ayda kuruş kuruş ödenen, sudan ucuz sütler artık fiyatlarına yetişilemeyen, marketlerin belirlediği fiyatlara razı uçuk rakamlarla evlere gidiyor. En son rakam 15,95 lira, bir litre süt…

Süt ürünleri daha bir ateş pahası… Tereyağ 200 lira bandında, yoğurt 20 lira, çökelek 60 lira, peynirler 100 liradan başlıyor… Aman ya Rabbi!..

Ne oluyor, bizde mi, dışarıda mı sorun var diye soruyoruz ve ardından şu gerçekle yüzleşiyoruz: Süt ve süt ürünleri pahalı ama et fiyatları bu duruma göre ucuz kaldı!

Niye?

Bir haber, “süt inekleri kesiliyor!”

Etin ucuz, süt ürünlerinin etten pahalı olmasının sebebi denildi…

Doğruysa feci bir durum…

Gelecekte et fiyatlarının çok ama çok artacağı kaygısı ve korkusu yaşanıyor şu anda!...

Yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan? sorusu gibi…

Süt mü inekten, inek mi sütten?

Süt ve ürünleri uçtu! Et fiyatları yerinde saydı, şimdilik…

Gelecek ne olacak?

Besici kış ayında hayvanları nasıl besleyeceğinin kaygısını taşıyor, zira yem yok, ateş pahası. Maliyet yükseliyor, kesim en kolayı!..

Süt yoksa inek de yok demektir!...

Evet, şimdi çocukluğumuzda Kızılırmak delta alanı olan o Çayırağzı’nda ki verimli otlak, mera arazi, mil arazisi yok, beton yığını. Ve hızla betonlaşmaya devam ediyor. Özellikle Recep Tayyip Erdoğan Bulvarı ile birlikte o verimli arazilerin üstüne kibrit suyu dökülüyor, çünkü cazibe alanı oldu ve modern füze gibi devasa yatay değil dikey binalar yükseliyor…

O araziler de kalmadı, o ahırlar da kalmadı, o devasa mal sürüleri de kalmadı…

Feryat ve figan etsek ne yazar!

Şeeeerleşme uğruna hem şehirden, hem de besilerden olduk…

Süt mü? Süt tozu içeriz artık… Onu da bulamazsak cola içer, gazozuna maçlara başlarız…

***

Nerden aklıma geldi bilmem, ama meşhur bir hikaye vardır…

Bir kadın süt sağmakta, ineğin danasını da ağaca bağlamış, rahatsızlık vermesin diye. Şeytanda bu manzarayı seyreder, gider dananın ipini azıcık gevşetir, dana çırpınır, ipten boşalır, annesine koşar, kadının süt dolu kovasını devirir. Danaya kadın dayanamaz küfrederek vurur, kovar. İnek kadına çitme atar, kadın oracıkta ölür. Bunu gören kayınpederi çifteyle ineği vurur, silah sesini duyan oğlu koşarak gelir ki karısı ve inek yerde yatıyorlar, ölüler, babasının elinde ise silah. O da babasını öldürür…

Şeytan ise oturmuş olanları seyreder ve der ki: “şimdi derler ki suçlu şeytan! Halbu ki ben sadece dananın ipini azıcık gevşettim!”…

Sahi, suçlu kim?

Dana mı, kadın mı, süt mü, inek mi, kayınpeder mi, oğlu mu?

Suçlu kim?