Yazımın başlığına bakıp, hayretle gözlerinizi açmayınız, dudaklarınızda müstehzi bir gülüş belirmesin. Ahmet Hamdi Tanpınar, dersine girdiğim, yüz yüze geldiğim bir hocam olmadı. Keşke olsaydı. Ama eserleriyle benim en çok yararlandığım, öğrendiğim hocalarımdan oldu.
Edebiyat Fakültesinde Yeni Türk Edebiyatı sertifikası eğitimi aldığım sömestrlerde ve daha sonraki Servet-i Fünun ve Fecr-i Ati dönekleri ile ilgili Cenap Şehabettin, Tevfik Fikret, Ahmet Haşim, Abdülhak Hamid ve Muallim Naci kitaplarını yazdığım sırada Ahmet Hamdi Tanpınar’ın XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi adlı eseri başucu kitabım olmuştu. Bu kitaptaki bilgileri gençlik yıllarımda satır satır öğrenmiştim.
XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, yorum, bakış açısı, dil ve anlatım gibi açılardan farklıydı. Bu eser, estetik ve ilmî ölçütleri bir arada kullanan bir sanatkârın eseriydi.
Tanpınar’ın ilk romanı “Mahur Beste” 1944’te Ülkü Dergisi’nde yayınlandı. Osmanlı Devleti’nin son döneminde seçkin bir çevrenin yaşayışını sergileyen bu romanın ardandan, kendi yaşamından da izler taşıyan “Huzur” 1949’da basıldı.
Ahmet Hamdi Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler adlı romanında, Kurtuluş Savaşı öncesi ve sırasındaki İstanbul’un durumunu, orada yaşayan toplumun çeşitli katmanlarındaki insanlar üzerinden anlatmıştı. Anadolu’da Kurtuluş Mücadelesi verilirken bu savaştan uzak ve hatta ona karşı durmuş bir şehir olan İstanbul’da yaşamanın ve bir şeyler yapmanın zorluğunu, işgal altındaki bir kentte başı dik durmaya çalışan aydınların geçirdiği zorlukları renkli bir şekilde aktarmıştı.
1950’de Yeni İstanbul gazetesinde yayınlanan ancak ölümünden sonra 1973’te basılan “Sahnenin Dışındakiler” ile 1961’de basılan “Saatleri Ayarlama Enstitüsü“nde de iki uygarlık, iki değerler sistemi arasında bocalayan Türk toplumunun ironik tablosu çiziliyordu.
Şiir, roman ve yazılarının yanı sıra İstanbul, Bursa, Ankara, Erzurum ve Konya kentlerini doğal, tarihsel ve kültürel yapılarıyla anlattığı 1946’da basılan “5 Şehir” önemli eserleri arasındaydı.
Bir dönem liselerde Osmanlı Edebiyatının okutulmasına gerek olmadığını savunan ve büyük eleştiri alan Ahmet Hamdi Tanpınar, mazi konusuna kafa yormuştu:
“Mazi daima mevcuttur. Kendimiz olarak yaşayabilmek için, onunla her an hesaplaşmaya ve anlaşmaya mecburuz. ….. En büyük meselemiz budur; mazi ile nerede ve nasıl bağlanacağız, hepimiz bir şuur ve benlik buhranının çocuklarıyız, hepimiz Hamlet'ten daha keskin bir "olmak veya olmamak" davası içinde yaşıyoruz. Onu benimsedikçe hayatımıza ve eserimize daha yakından sahip olacağız. Belki de sadece aramak ve bütün kapıları çalmak kafidir…”
Ahmet Hamdi: “Unutmayalım ki Bursa ve İstanbul, eskiler için Mekke ve Medine kadar mübarek şehirlerdir,” görüşündeydi. Ona göre, sanat da aşk gibiydi, kandırmaz, susatırdı. İstanbul ya hiç sevilmez; yahut çok sevilmiş bir kadın gibi sevilir; yani her haline, her hususiyetine ayrı bir dikkatle, çıldırarak.
Her İstanbullu Boğaziçi'nde sabahın başka semtlerinden büsbütün ayrı bir lezzet olduğunu, Çamlıca tepelerinden akşam saatlerinde İstanbul'da ışıkların yanmasını seyretmenin insanın içini başka türlü bir hüzünle doldurduğunu bilir,” diye yazmıştı.
Günlük politikaya alet edilmemesi için altmış yıl önce aramızdan ayrılan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Yaşadığım Gibi ”adlı eserinde yer alan diktatörlük, sağcılık ve solculuk ile ilgili düşüncesini aktarıyorum ki, kimileri kendilerince bir hisse alır mı? Almazsa, zaten mesele yok:
“Modern diktatörlerin büyük vasfı hâdiselerin peşinde gitmeleridir. Mussolini de öyle yaptı. En kolay tarafı, herkesin gittiği yolu tercih etti. Bir Avrupa birliğinin, bir Akdeniz federasyonunun sağlam bir uzvu olacak bir İtalya’yı kuracağı yerde eski Roma’yı diriltmek istedi. Cezayir'in harmanisi, Venedik'in tacı onu günün hakikatlerinden öbür tarafa çekti. Realiteyi bir opera dekoruna feda etti. Muzdarip milletlere el uzatacağı yerde onları bir sansar gibi boğmağı tercih etti. Bir insan sansar olabilirdi. Fakat dünya tavuk kümesi olmağa razı olamazdı.
…….
Sağcılar yalnız Türkiye, gözü kapalı, ezberde kalmış öğünmenin ötesine geçmeyen bir Türk tarihi, yalnız iç politika ve propaganda diyor. Sol, Türkiye yoktur ve olmasına da lüzum yoktur diyor; yahut benzerini söylüyor; her gün kıvırdığı, biraz daha kırılan, kendisini entité'ler içinde bir entité (kendilik) olarak alanların ortadan kalkacağı Türkiye istiyor, razı oluyor. Ben ise dünya içinde, ileriye açık, mazi ile hesabını gören bir Türkiye'nin peşindeyim. İşte memleket içindeki vaziyetim.
…….
Yine sağcılığa geliyorum. Sağcı olmak çok güç hatta imkânsız. Evvela memleketimde en cahil en budala insanlar sağcı. Yahut da aşikâr şekilde hain ve ahlaksız. Peyami Safa... Peyami Safa'dan daha iğrencine tesadüf edilir mi? Sonra devrin kendisi var. Artık garpta bile sağcıya tesadüf edilmiyor. Burjuvazi kendisini polis ve asker kuvvetiyle müdafaa ediyor. Sola gelince Yarabbi’m bizde solcu muharrir, solcu şair, genç şair, sol adam, ileri adam, zühd, hamakat, cahillik. Ve hepsinden beteri yeni dil. Devrik cümle, tarihi inkardan daha beter olan tarih bilmemek. Hiç kültürü olmamak. Ne sağcı ne solcu...”