Şiddetin tanımını; “En küçük bahanelerle başlayan, sopalı, bıçaklı hatta silahlı kavgalara dönüşen ve maalesef ölümle sonuçlanan kavgalardır” olarak tanımlayan Uzman Psikolog ve Kariyer Danışmanı Erdem Er, Bizim Sivas İnternet Sitesi’ne özel açıklamalarda bulundu.
Şiddetin; yer ve zamanın kestirilemediği her alanda yayılmış, canlı cansız herkesin ya da her şeyin nasibini aldığı ölümcül bir virüs gibi yayıldığına işaret eden Er, “Önlenemeyen biçimde tırmanışa geçen şiddet içerikli olayların ölümle sonuçlanabilecek boyutlara ulaşması bizlere ‘neden’ sorusunu bir kez daha ve belki de daha fazla sormamız gerekliliğini hatırlatıyor. Tabii ki yalnızca soru sormak değil bu sorulara verilecek cevapların niteliği ve bu doğrultuda oluşacak bilinçle birlikte, şiddete karşı bireysel değil toplumsal, topyekûn mücadele edilmesi yaşanması muhtemel olayların sayısını azaltmakta faydalı olacaktır” dedi.
Şiddetin nasıl geliştiği ve hangi boyutlara kadar ulaşabileceğine yönelik de uyarılarda bulunan Uzman Psikolog ve Kariyer Danışmanı Erdem Er, şöyle devam etti; “Kötülüğün, insanın doğuştan getirdiği bir özellik mi olduğu yoksa yaşam serüveni esnasında aslında ‘iyi’ olan insana sonradan eklenen bir unsur mu olduğu tartışması çok eskilere dayanan, felsefe ve psikoloji alanlarının çeşitli savlarla gündeme getirdiği bir konu olmuştur. Literatürde benzer birçok araştırma ve görüş bulunur.
Şahsi fikrim şiddetin korkutucu boyutlara ulaşmasının da temelini oluşturduğunu düşündüğüm kötülüğün, insanın doğuştan değil yaşam deneyimleriyle birlikte edindiği yönünde.
Kişiyi şiddete yönlendiren unsurları bireysel, ailesel ve toplumsal olarak sınıflandırabiliriz. Bireysel nedenler arasında, genetik bir takım psikiyatrik rahatsızlıklar, zihinsel gelişim gerilikleri, madde ve alkol kullanımı olarak sayabiliriz. Daha önce şiddet davranışına maruz kalmak da bireyi şiddete ve suça itebilmektedir.
Birey kendi evinin dışına çıktığında dahil olduğu topluluğun şiddete karşı bakış açısı da bireyin suça ve şiddete karşı tavrında belirleyici role sahiptir. Toplumda şiddetin normalleş(tiril)mesi ve akla büründürme çabası, olumsuz örneklerin ödüllendirilmesi ve bu davranışlardan ikincil kazanç sağlama isteği, tırmanışa geçen şiddet eğilimini daha da yukarılara çıkaracaktır. Bazı meslek gruplarına yönelik (doktor, öğretmen) yapılan şiddet içirikli davranışları bu kategoride değerlendirebiliriz.
Dijital ve geleneksel medyanın şiddet unsurunu körüklediği de ayrı bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Şiddet istemeyen ve sürekli şiddete karşı olduğunu söyleyen medya unsurlarının da, bir taraftan şiddeti teşvik eden veya olağan gösteren içerikleriyle konu özelinde pek de iyi bir sınav verdiği söylenemez.
Şiddetin salgın bir hastalık gibi yayılmasında ekonomik ve sosyal stresin rolü de aşikâr. Yoksulluk, işsizlik, ekonomik buhranlar ve çaresizlik hissi bireylerdeki stres ve öfkeyi tetikliyor. Baş edilemeyen bu duygular şiddete yol açıyor. Yasal sistemdeki eksiklikler, cezaların caydırıcılıkta yetersiz kalması da şiddetin yayılmasında etkili oluyor.
Muhakkak ki yukarıda saymış olduğumuz şiddet davranışına sebep olan unsurlar şiddete karşı yapılacaklarında temelini oluşturuyor.
Öncelikle şiddete karşı mücadelenin yalnızca bir grubun, mesleğin, bir derneğin ya da siyasi partinin işi olduğu düşünülmeden, ortak problem alanı olarak tanımlanmalı. Şiddeti teşvik etmeyen ve normalleştirmeyen anlayışa dayalı bir söylem geliştirmek, toplum barışını ve dayanışmasını destekleyecektir. Çocuk yetiştirirken eğitim sistemimizde merkeze aldığımız ‘başarı’ nın yerine ‘vicdan’ ve ‘empati’ kriterlerini koymak da kontrol edilemeyen öfke eğiliminin şiddete dönüşmesini engellemek adına atılacak olumlu adımlardan olacaktır.” Hatice Kurt
Şiddetin; yer ve zamanın kestirilemediği her alanda yayılmış, canlı cansız herkesin ya da her şeyin nasibini aldığı ölümcül bir virüs gibi yayıldığına işaret eden Er, “Önlenemeyen biçimde tırmanışa geçen şiddet içerikli olayların ölümle sonuçlanabilecek boyutlara ulaşması bizlere ‘neden’ sorusunu bir kez daha ve belki de daha fazla sormamız gerekliliğini hatırlatıyor. Tabii ki yalnızca soru sormak değil bu sorulara verilecek cevapların niteliği ve bu doğrultuda oluşacak bilinçle birlikte, şiddete karşı bireysel değil toplumsal, topyekûn mücadele edilmesi yaşanması muhtemel olayların sayısını azaltmakta faydalı olacaktır” dedi.
KÖTÜLÜK DOĞUŞTAN GELEN BİR ŞEY Mİ?
Bu soruya ise çarpıcı bir cevap veren Er, bireyin doğuştan değil yaşam deneyimleriyle birlikte edindiğini belirtti.Şiddetin nasıl geliştiği ve hangi boyutlara kadar ulaşabileceğine yönelik de uyarılarda bulunan Uzman Psikolog ve Kariyer Danışmanı Erdem Er, şöyle devam etti; “Kötülüğün, insanın doğuştan getirdiği bir özellik mi olduğu yoksa yaşam serüveni esnasında aslında ‘iyi’ olan insana sonradan eklenen bir unsur mu olduğu tartışması çok eskilere dayanan, felsefe ve psikoloji alanlarının çeşitli savlarla gündeme getirdiği bir konu olmuştur. Literatürde benzer birçok araştırma ve görüş bulunur.
Şahsi fikrim şiddetin korkutucu boyutlara ulaşmasının da temelini oluşturduğunu düşündüğüm kötülüğün, insanın doğuştan değil yaşam deneyimleriyle birlikte edindiği yönünde.
Kişiyi şiddete yönlendiren unsurları bireysel, ailesel ve toplumsal olarak sınıflandırabiliriz. Bireysel nedenler arasında, genetik bir takım psikiyatrik rahatsızlıklar, zihinsel gelişim gerilikleri, madde ve alkol kullanımı olarak sayabiliriz. Daha önce şiddet davranışına maruz kalmak da bireyi şiddete ve suça itebilmektedir.
YETERSİZ SEVGİ, EKONOMİK İSTİMAR VE SUÇ!
Sosyal bir varlık olan insanın yalnızca doğuştan getirdikleriyle değil, doğduğu, yaşadığı, bir arada olduğu diğer unsurların da şiddet ve suç eğiliminde payı büyüktür. Aile çocuğun ilk çevresi ve ilk toplumsallaşma adresidir. Doğumdan itibaren başlayıp, ömür boyu devam eden toplumsallaşma sürecinin sağlıklı bir şekilde gerçekleşmesinde aile temel unsurdur. Aile kurumunda yaşanan olumsuzluklar toplumsallaşma sürecini sekteye uğratacağı gibi çocuğu da suça ve şiddete yönlendirebilir. Yetersiz sevgi, temel ihtiyaçların karşılanmaması, olumsuz iletişim, ailenin disiplin yönetimindeki yanlış tutum ve davranışları, psikolojik, cinsel ya da ekonomik istismara maruz kalmak suç işleme ve şiddet eğilimini artıran diğer unsurlar olarak göze çarpar.Birey kendi evinin dışına çıktığında dahil olduğu topluluğun şiddete karşı bakış açısı da bireyin suça ve şiddete karşı tavrında belirleyici role sahiptir. Toplumda şiddetin normalleş(tiril)mesi ve akla büründürme çabası, olumsuz örneklerin ödüllendirilmesi ve bu davranışlardan ikincil kazanç sağlama isteği, tırmanışa geçen şiddet eğilimini daha da yukarılara çıkaracaktır. Bazı meslek gruplarına yönelik (doktor, öğretmen) yapılan şiddet içirikli davranışları bu kategoride değerlendirebiliriz.
Dijital ve geleneksel medyanın şiddet unsurunu körüklediği de ayrı bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Şiddet istemeyen ve sürekli şiddete karşı olduğunu söyleyen medya unsurlarının da, bir taraftan şiddeti teşvik eden veya olağan gösteren içerikleriyle konu özelinde pek de iyi bir sınav verdiği söylenemez.
Şiddetin salgın bir hastalık gibi yayılmasında ekonomik ve sosyal stresin rolü de aşikâr. Yoksulluk, işsizlik, ekonomik buhranlar ve çaresizlik hissi bireylerdeki stres ve öfkeyi tetikliyor. Baş edilemeyen bu duygular şiddete yol açıyor. Yasal sistemdeki eksiklikler, cezaların caydırıcılıkta yetersiz kalması da şiddetin yayılmasında etkili oluyor.
PEKİ NE YAPILMALI?
Öncelikle şiddete karşı mücadelenin yalnızca bir grubun, mesleğin, bir derneğin ya da siyasi partinin işi olduğu düşünülmeden, ortak problem alanı olarak tanımlanmalı. Şiddeti teşvik etmeyen ve normalleştirmeyen anlayışa dayalı bir söylem geliştirmek, toplum barışını ve dayanışmasını destekleyecektir. Çocuk yetiştirirken eğitim sistemimizde merkeze aldığımız ‘başarı’ nın yerine ‘vicdan’ ve ‘empati’ kriterlerini koymak da kontrol edilemeyen öfke eğiliminin şiddete dönüşmesini engellemek adına atılacak olumlu adımlardan olacaktır.” Hatice Kurt