Beklenen oldu. 14-28 Mayıs seçiminin artçı darbesi nihayet gerçekleşti. Muhalif kitlenin bütün ümidini bağlamış olduğu son seçimde uğranılan yenilginin -ve yaşanan büyük hayal kırıklığının- ardından hiçbir şey aynı kalamazdı çünkü.
Yenilginin faturasını muhalif kamuoyu, haklı ya da haksız, CHP Genel Başkanı’na çıkardı. Kendi parti tabanının da günah keçisi haline geldi Kılıçdaroğlu. Öfke paratonerine dönüştü. Kurduğu ittifak yoluyla son dönemde ilk defa bu tabana iktidar ümidini tattırmış olması, seçimin kaybedilmesi üzerine bu sefer tam aksi yönde bir psikolojik yıkımın da sebebi oldu. Aynı ittifak siyasetiyle İstanbul ve Ankara gibi merkezlerin çeyrek asır sonra iktidar partisinden geri alınması gibi başarılar tabiatıyla unutuldu.
Bu şartlar altında Kılıçdaroğlu’nun yapması gereken seçimin ertesi günü sorumluluğu üstlenip istifa etmek olmalıydı. Tıpkı vaktiyle Deniz Baykal’ın veya Devlet Bahçeli’nin yaptıkları gibi. Öyle yapsaydı belki bir süre sonra ortalık durulunca geri dönme imkanı bile söz konusu olabilirdi.
Kemal Bey bunu yapamadı. Neden yapamadığını bilmiyoruz. Muhtemelen oradan ayrıldığı takdirde geri dönmesinin mümkün olmayacağını düşündüğü için. 1970’lerin başında “İsmet Paşa ile artık olmuyor” diyerek genç Bülent Ecevit’in peşine takılan CHP camiasında bugün de Ekrem İmamoğlu rüzgarı esiyor. Bu aşikar. (Yeni genel başkanın görev süresinin belirsizliği ve hatta yetkisinin sınırları da bu faktöre bağlı.)
Kemal Bey’in hem seçim sürecinde hem de seçimin ardından atmak zorunda olduğu adımları atamayışının asıl sebebi ise son tahlilde “homo politicus” olmayışı bence. CHP gibi bir partiyi onüç yıl boyunca yönetmiş kişiye siyaset insanı değil derken elbette başka bir şeyi kastediyorum: Kişilik yapısının bu ülkede bildiğimiz anlamda siyaset yapmaya elverişli olmadığını.
Kılıçdaroğlu’nu tanıyan herkes dürüstlüğünü, nezaketini, vatanseverliğini, demokrasiye inancını teslim eder. Kişisel kusuru hemen hemen yoktur. Ne var ki bilhassa Tayyip Erdoğan gibi çekirdekten yetişme bir siyaset kurdunun karşısında “fazla bürokrat” kalması bir yana, siyasi liderlerin sahip olması gereken bazı “esnekliklere” uzak kişiliği bu yarışta elverişsiz bir durum oluşturdu. Son zamanlarda etrafındaki dar bir kadronun yardımıyla bu engeli aşmaya yönelik yeni bir şeyler yapmaya çalıştıysa da galiba naturası müsait olmadığı için bunda pek başarılı olamadı ve netice değişmedi. İronik bir ifade gibi olacak ama değil: Kılıçdaroğlu’nun siyasetteki asıl zaafı CHP’li olmasıydı. Gerçi fikir çizgisi ve kimliği itibariyle başka bir partide siyaset yapmasına imkan yoktu ama kendi partisini ağzıyla kuş tutsa millet çoğunluğuna beğendirmesine de imkan yoktu. Ağzıyla kuş tutmaya çalıştı Kılıçdaroğlu ve neredeyse başaracaktı.
Bugün kendi camiasında arkasından teneke çalınıyor. Ama Sezar’ın hakkı Sezar’a: Çoktandır yüzde yirmiler bandına sıkışmış oy oranıyla, millet çoğunluğunun hassasiyetlerine uzak medyasıyla, seçimde oy almak gerektiğini akla getirmeyen seçkinleriyle CHP’yi iktidar adayı haline getirmek büyük bir başarı.
Bu çerçevede hem CHP’nin hem de Türk siyasetinin “normalleşmesi” doğrultusunda yaptıklarından bahsetmezsek Kılıçdaroğlu’na haksızlık ederiz. Upuzun bir tarihsel süreç boyunca seçim kazanarak tek başına iktidara gelme başarısı gösterememiş CHP için bir çıkış yolu arayıp buldu Kılıçdaroğlu yönetimi.“Bu partinin yüzde yirmiler bandındaki oylarını yükseltebilmenin yolu toplumun geniş kesimlerine ulaşmak, bunun da yolu toplumun değerleriyle barışmak” diye özetlenebilecek bir yaklaşımdı bu.CHP’nin gerçek anlamda bir kitle partisi haline gelebilmesi için geniş toplum kesimlerine ulaşma yolunda radikal denebilecek adımlar atıldı. Farklı toplum kesimlerinin hassasiyetlerini dikkate alan bir siyaset izlemeye çalıştı. Kılıçdaroğlu 13 yıl önce genel başkanlığa geldiğinde başlattı partisindeki dönüşümü. Bu dönemde mesela başörtüsü konusundaki politikası değişti partinin. Üniversitelerde başörtü serbestisi getiren düzenlemeye itiraz etmedi, memurların başlarını örtmelerine imkân tanıyan yönetmeliği Anayasa Mahkemesine götürmeyi de kabul etmedi. CHP siyasetindeki kanayan yara olan toplumun değerlerini karşısına alıp toplumla çatışma alışkanlığına elinden geldiğince son vermeye çalıştı. Toplumu kutuplaştırma girişimlerine direndi. Bütün bu girişimler CHP’yi hemen iktidar yapmadı tabii. Ama hiç değilse sağcı seçmen çoğunluğunun nezdinde “ittifak yapılabilir parti” haline getirdi. Buzları eritti. Kendi tabanından daha geniş bir kitle son seçimde altı ok logosunun altına mühür basabildi. Türkiyenin sosyolojik realitelerini bilenler için bu da önemli bir merhale. Kılıçdaroğlu “dostlarla birlikte iktidar” siyasetiyle işlevsel bir muhalefet bloku inşa ederek muhalif seçmenin ortak hareket etmesini sağlayabildi. Böylece yirmi küsur yıllık iktidar yapısına karşı ilk defa ciddi bir alternatif oluştu. 14-28 Mayıs seçiminin sonucu büyük hayal kırıklığı olmakla birlikte, CHP Genel Başkanının cumhurbaşkanı adayı olarak halkın yüzde 48’inin oyunu alabilmesi bu parti bakımından çok büyük bir aşamaya tekabül ediyor. Yeni yönetimin de bunun farkında olması gerekir. Her ne kadar “yeni genel başkan” Özgür Özel bu son süreçte partinin “sağcılaşmasından” şikayet edenlere, sağ partilerle ittifakın yanlış olduğunu ileri sürenlere hak veren tarzda açıklamalar yapmış olsa da bunu bir politika değişikliğinin işareti saymamak gerekir. Özellikle “yeni lider” Ekrem İmamoğlu’nun rasyonel ve pragmatik çizgisi itibarıyla, kitle partisi olma hedefinden dönülmesine ihtimal bile verilemez. Ama yine de “sağ partilerle ittifak” konusunu “Kılıçdaroğlu’nun günahları” arasında saymak ayıp tabii!
Bu retorik ana muhalefet partisini bir yerden bir yere götürmez.
Unutmamak gerekir ki halktan yüzde elli oy almayı gerektiren Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçilmesiyle Türkiye’de sol bir partinin (burada ismi CHP oluyor) bundan sonra iktidar olma rüyası bile göremeyeceği düşünülüyordu.
Buna karşılık 2018 seçimleri öncesinde Millet İttifakı’nın tesisi herkes için sürpriz oldu. O seçimde “çatı adayı” konusunda uzlaşma sağlanabilseydi Türk siyasetinin gidişatı değişebilirdi. Millet İttifakı’nın ve daha sonra Altılı Masa’nın teşekkül sürecinde Kılıçdaroğlu’nun sergilediği fedakarlıkları yakından bilenlerin şimdi seçim yenilgisinden sonra “Seçilemeyeceğini bile bile aday oldu” suçlaması yöneltmeleri büyük vefasızlık.
Üstelik, bana sorarsanız, Kılıçdaroğlu yanlış aday da değildi. Altılı Masa’yı oluşturan partilerin en büyüğünün lideri ve ittifakın mimarı olarak cumhurbaşkanı adayı olması doğaldı. Gelgelelim muhalefetin seçim stratejisi eksik ve yanlıştı. Özellikle Altılı Masa’nın HDP ile aynı hizada durduğuna yönelik ağır propagandaya cevap verilememesi, hatta bundan geri durulması seçimin sonucunu tek başına belirledi. Kılıçdaroğlu’nun bu büyük hatadaki büyük payının eleştirilmesi gerekirken, meseleyi “doğru aday, yanlış aday” diye ifade etmek gerçek zeminin gözden kaçırılması demek.
Ne olursa olsun, çok büyük ümitler bağlanan seçimde ortaya çıkan telafisi imkansız bir başarısızlığın neticesinde ittifakın lokomotif partisinde genel başkanın değişmesi yönünde ortaya çıkan irade politikanın doğasının gereği.
Ancak rasyonel siyasetin de gereği bugüne kadar elde edilmiş olan kazanımların değişim adına sokağa atılmamasıdır.
Kılıçdaroğlu’nu tanıyan herkes dürüstlüğünü, nezaketini, vatanseverliğini, demokrasiye inancını teslim eder. Kişisel kusuru hemen hemen yoktur. Ne var ki bilhassa Tayyip Erdoğan gibi çekirdekten yetişme bir siyaset kurdunun karşısında “fazla bürokrat” kalması bir yana, siyasi liderlerin sahip olması gereken bazı “esnekliklere” uzak kişiliği bu yarışta elverişsiz bir durum oluşturdu. Son zamanlarda etrafındaki dar bir kadronun yardımıyla bu engeli aşmaya yönelik yeni bir şeyler yapmaya çalıştıysa da galiba naturası müsait olmadığı için bunda pek başarılı olamadı ve netice değişmedi. İronik bir ifade gibi olacak ama değil: Kılıçdaroğlu’nun siyasetteki asıl zaafı CHP’li olmasıydı. Gerçi fikir çizgisi ve kimliği itibariyle başka bir partide siyaset yapmasına imkan yoktu ama kendi partisini ağzıyla kuş tutsa millet çoğunluğuna beğendirmesine de imkan yoktu. Ağzıyla kuş tutmaya çalıştı Kılıçdaroğlu ve neredeyse başaracaktı.
Bu çerçevede hem CHP’nin hem de Türk siyasetinin “normalleşmesi” doğrultusunda yaptıklarından bahsetmezsek Kılıçdaroğlu’na haksızlık ederiz. Upuzun bir tarihsel süreç boyunca seçim kazanarak tek başına iktidara gelme başarısı gösterememiş CHP için bir çıkış yolu arayıp buldu Kılıçdaroğlu yönetimi.“Bu partinin yüzde yirmiler bandındaki oylarını yükseltebilmenin yolu toplumun geniş kesimlerine ulaşmak, bunun da yolu toplumun değerleriyle barışmak” diye özetlenebilecek bir yaklaşımdı bu.CHP’nin gerçek anlamda bir kitle partisi haline gelebilmesi için geniş toplum kesimlerine ulaşma yolunda radikal denebilecek adımlar atıldı. Farklı toplum kesimlerinin hassasiyetlerini dikkate alan bir siyaset izlemeye çalıştı. Kılıçdaroğlu 13 yıl önce genel başkanlığa geldiğinde başlattı partisindeki dönüşümü. Bu dönemde mesela başörtüsü konusundaki politikası değişti partinin. Üniversitelerde başörtü serbestisi getiren düzenlemeye itiraz etmedi, memurların başlarını örtmelerine imkân tanıyan yönetmeliği Anayasa Mahkemesine götürmeyi de kabul etmedi. CHP siyasetindeki kanayan yara olan toplumun değerlerini karşısına alıp toplumla çatışma alışkanlığına elinden geldiğince son vermeye çalıştı. Toplumu kutuplaştırma girişimlerine direndi. Bütün bu girişimler CHP’yi hemen iktidar yapmadı tabii. Ama hiç değilse sağcı seçmen çoğunluğunun nezdinde “ittifak yapılabilir parti” haline getirdi. Buzları eritti. Kendi tabanından daha geniş bir kitle son seçimde altı ok logosunun altına mühür basabildi. Türkiyenin sosyolojik realitelerini bilenler için bu da önemli bir merhale. Kılıçdaroğlu “dostlarla birlikte iktidar” siyasetiyle işlevsel bir muhalefet bloku inşa ederek muhalif seçmenin ortak hareket etmesini sağlayabildi. Böylece yirmi küsur yıllık iktidar yapısına karşı ilk defa ciddi bir alternatif oluştu. 14-28 Mayıs seçiminin sonucu büyük hayal kırıklığı olmakla birlikte, CHP Genel Başkanının cumhurbaşkanı adayı olarak halkın yüzde 48’inin oyunu alabilmesi bu parti bakımından çok büyük bir aşamaya tekabül ediyor. Yeni yönetimin de bunun farkında olması gerekir. Her ne kadar “yeni genel başkan” Özgür Özel bu son süreçte partinin “sağcılaşmasından” şikayet edenlere, sağ partilerle ittifakın yanlış olduğunu ileri sürenlere hak veren tarzda açıklamalar yapmış olsa da bunu bir politika değişikliğinin işareti saymamak gerekir. Özellikle “yeni lider” Ekrem İmamoğlu’nun rasyonel ve pragmatik çizgisi itibarıyla, kitle partisi olma hedefinden dönülmesine ihtimal bile verilemez. Ama yine de “sağ partilerle ittifak” konusunu “Kılıçdaroğlu’nun günahları” arasında saymak ayıp tabii!