Din, toplumsal düzeni sağlayan kurallar bütünüdür. İnsanların, dini hükümleri yaşamlarıyla özdeşleştirip, ilkesel olarak hayatlarında var ettikleri dönemler ara ara olmuştur. Bu dönemlerde toplumların birçok açıdan sağlam yapılara sahip olduklarını ve bu yapısal özellikleri sayesinde de tarihsel süreç içerisinde uzunca bir zamana kadar varlıklarını devam ettirebildiklerini görebilmekteyiz. Yahya Kemal Beyatlı’nın dile getirdiği gibi: “Eski Türklerin bir dini hayatları vardı. Dini hayatları olduğu için de çok şeyleri vardı. Yeni Türklerin de dini hayatları olduğunda çok şeyleri olacak.” Gün itibariyle insanlar tarafından hayatlar, dine uyarlanmak yerine; din, bireysel yaşantılara uyarlanmaya çalışılıyor. Daha açık bir ifadeyle; insanlar; inandığına göre bir din, bir yargı uydurmuş durumdalar. Özellikle Müslümanların birinci derece rehberi olan Kur’an ve Sünnet gibi temel dini kaynaklar; günümüzde insanların iki dudağı arasındaki sözde İslami hüküm ve uygulamalara tercih edilir olmuş durumda. İnsanlığın hali hazırdaki yaşam ölçünlerine ket vurmayan, bireysel menfaatlerine set oluşturmayan ve nefislere son derece hoş gelen bu sözde dini yargılar, bireylerin yaşam rotalarında referanslarını oluşturmakta. Bundan dolayı da kimse halinden şikâyetçi değil. Bakın Cahit Zarifoğlu bu konuda insanlıkça varılan son noktayı şu şekilde ifade eder; “Bir zamanlar İslam’a bir sarılmışız ki görenler dillerini ısırmışlar. O ne hassasiyet. Çocuklarımıza Muhammed adını koymaya ar etmişiz. Mehmet diye çevirmişiz. Dün İslam’ın yaşanmasında gösterdiğimiz, Allah’ın emirlerinin yaşanmasında gösterdiğimiz bilinçli ısrarı, imanı; bugün yine o insanların evladı olarak, bu defa onların harp ettiklerini yaşatmak için kullanıyoruz.” Evet, nereden nereye?
Arzu edilen seküler ve pozitivist bir dünya yapılanması içerisinde Din, insanlarca bir inanç olarak değil bilgi olarak algılanmakta. İnsanlarda bilmek ile inanmanın farkı konusunda asla bir farkındalık oluşmuş değil. İslam’ın özü niteliğindeki birçok kavram ve uygulama günümüzde ya sade bir zihinsel tanım veya işlem gibi ya da şekilcilikten ibaret yapılması zaruri gelenekselleşmiş bir durum niteliğinde algılanmakta. Örneğin “Haram: Dince yasak olan her şey” tanımı ile “Hâlbuki Allah, alış-verişi helal, faizi haram kılmıştır.”(Bakara-275) ayeti kerimesi arasında yapısal olarak hiçbir fark kalmamıştır. Yani bugün Müslüman, faiz ile ilgili ayeti bir tanım cümlesi gibi sadece bilgi olarak algılamakta, o ayetin muhtevası ne hikmetse kişiyi bağlamamaktadır. Aynı durumu uygulama sahalarında da görebilmekteyiz.
Sonuç itibariyle toplumsal yapımızın temelini oluşturan olgu İslam’dır. Bu inanç fıtratı ve ortamında dünyaya gelen bir bireyin daha sonraki yıllarında var olan olumsuzluklardan aşamalı olarak etkilenerek inancından uzaklaşması, o bireyi ister istemez huzursuzlaştıracaktır. İslamiyet; insanlığın umudunu daima diri tutan, bütün sorunlarına çare olabilecek kudrete ve yeteneğe sahip evrensel bir dindir. Bu özelliğinden dolayı da insanlık İslamiyet’e muhtaçtır. Toplum adına akla gelebilecek bütün soru, sorun ve meselelerde başvuru kapısı İslam’dır. Her konuda, her döneme hükmedebilen kesin, kati ve çözümcü öneri ve kuralları mevcuttur. Ne yazık ki nefis noktasında insanlığa zor geldiği için insanlık uygulamada başarısızdır. “Seri Sonu”