Benim yaşıtlarım Refik Başaran adını duymuşlardır. Gramofonda taş plaklardan ağıtlarını dinleyip derlenmiş, oyun havaları ile oynamışlardır. Gençlerden, halk musiki ile ilgilenenlerin adını duymuşluğu olabilir.
Onu anlatırken türkülerinden de örnekler vereyim ki, bir çoğunuz “A a.. bu muymuş?” desinler.
Refik Başaran, 1907 yılında Ürgüp'ün eski adı Damsa olan Taşkınpaşa köyünde doğdu. Mustafa Çavuş'la Emine Hanım'ın ortanca oğluydu.
Köyündeki ilkokulda üç yıl okudu. Saza söze hevesliydi. Bunu gören ağabeyi ona Kırşehir’den bir saz aldı. Bir süre Kavak köyünden Topal Hasan’ın çırağı oldu. On dört on beş yaşlarında saz çalmaya başladı. Bir süre sonra düğünlerin aranan kişisiydi.
İlk dinlediğim türkülerinden biri ağıttı:
“Nevşehir dedikleri bir büyük şehir
İçerime attılar bir avuç zehir
Hiç aman vermedi Bursa'lı Tahir
Vurma zalim vurma da erenlerdenim
Bir namus uğruna ölenlerdenim”
Refik Başaran on yedi yaşındayken köylüsü Fadime’ye sevdalandı. Zengin olmadığı için Fadime’yi vermediler. Daha sonra Fadime’nin ailesi Refik’i içgüveysi olarak kabul etti. Bu evlilikten üç çocuğu oldu. Fadime kendisi gibi türküleri seviyor ve biliyordu. Refik’i destekliyor bu yolda ilerlemense katkı sağlıyordu. Refik askere gidinceye kadar düğünlerde bağlama çalıp söyledi. Ünü yayıldı. Çevre illerden de davet almaya başladı. Her gittiği yerde bir şeyler öğreniyor, yaşadığı, gördüğü olaylarla ilgili irticalen türkü yakıyordu. Bunlardan biri, sel sularına kendini kaptıran Ayşe gelinle ilgiliydi.
“Ayşemin yeşil sandığı
Daha elinin değdiği
Hiç aklımdan çıkmıyor
Kapılıp sele gittiği”
Refik Başaran'ın kendine özgü saz çalışı vardı. Türküleri bütün benliğini ve ruhunu katarak okuyor, yöresinin ağız özelliğine bağlı kalıyordu. İlk söylediği türküler, köyde söylenen anonim türkülerdi. Bunların birçoğunu eşi Fadime, köylüsü Hacer, Fadik ve Avanoslu Selahattin’den öğrenmişti.
Bir türküsünü radyoda Mehmet Erenlerin sesinden çok defa dinlemiştim. Siz de hatırlayacaksınız:
“Garşı bağda sıra sıra bademler
Otursun ağlasın yâri gidenler
Ne sen bana doydun ne ben sana
Kör olsun gurbeti icat edenler”
Evet kör olsun geçim zorluğu, kör olsun açlık ve kör olsun gurbeti icat ederler. Ömrünün çoğu gurbette geçen Refik Başaran, 1935'li yılların başında eşi ve çocukları ile Ankara'ya göçmek istedi. Fakat karısı razı olmadı. Bunun üzerine bir daha dönmemek üzere köyünden ayrıldı. 1935-45 yılları arasında Ankara'da han köşelerinde sıkıntı, efkâr, özlem ve çileyle yoğrulmuş bir şekilde yaşadı. Nallıhan, Bâlâ ve Ayaş’ın köylerinde kısa süreli evlilikler yaptı. 1945’de düğün için gittiği Ayaş'ın Anayurt köyüne yerleşmeye karar verdi.
Refik Başaran, doğup büyüdüğü yerlerde birer türkü sevdalısı olan Nevşehirli Cafer, Avanoslu Selahattin, Ürgüplü Fadime, Ürgüplü Şevket Uçar, Nevşehirli Şerif Çopur, Ürgüplü Kamil, Nevşehirli Mıstık Maviş, Ürgüplü Ali, Ürgüplü Âşık Mehmet ve Nevşehirli Misali gibi yerel sanatçılardan etkileniyor, onlardan öğrendiği türküleri plak yapıyordu. Onlardan biri de bir ağıttı:
“Ayvalı’nın kara taşı
Yandı ciğerimin başı
Emin Hacı’nın gardaşı
Uyan Hacı Bey’im uyan.”
Refik Başaran ile ilgili okuduğum pek çok anekdot anlatabilirim:
Derler ki, zamanın Ankara Valisi’nin bir türkü okuması için küçümsenmeyecek miktarda para teklif etmesine karşın okumamış. Bâlâ'da da bir düğün sırasında sopa yemesi ve iki ay hastanede yatmasına rağmen kendisinden istenen bir türküyü söylememiş.
Bir yaz günü at üzerinde dalgın dalgın kasabaya giderken, bir ara bakmış ki, sağ ayağında ayakkabı yok... Bunu fark eder etmez hemen öteki ayakkabıyı da yola atarak; “Şimdi fukaranın biri tek ayakkabıyı bulacak ama giyemeyecek, bari eşini de atayım ki bulan insan sevinsin” demiş.
“Şen Olasın Ürgüp - Refik Başaran-Hayatı-Türküleri” adıyla bir kitap hazırlayana Gürbüz Sapmaz, sanatkâra Atatürk tarafından "Başaran" soyadının verilmesiyle ilgili şu bilgiyi veriyor:
"Ankara'da Hacer Buluş, Safiye Ayla gibi dönemin sevilen sanatkârlarının katıldığı, Atatürk için verilen bir konsere Refik Başaran'da çağırılmış, konser sonunda ulu önder sanatkârı çok beğenmiş, kendisine “Başaran” soy ismini vermiştir"
Refik Başaran, halkın sesini ve müziğini taş plaklar aracılığı ile ülke geneline yayan ilk yerel sanatçılardan biriydi. Düğünlerde çalıp söylediği için bunların arasında oyun havaları da vardı. Yekte türü oyun havalarının olduğu pek çok taş plağı vardı.
1930'lu yılların batı müziği ağırlıklı kültür politikalarının yarattığı sıkıntıları halkın gönlünden silmiş, duygulu, yumuşak, içli sesiyle taş plak piyasasında en çok tüketilen sanatçılarından birisi olmuştu. Bir uzun havasını daha hatırladım. Bunu İTÜTMDK hocalarından Erdoğan Eskimez’in sesi ve sazından dinlemiştim:
“Tokat yaylasında yaylayamadım
Divane gönlümü eyleyemedim
(Şu cahil gönlümü eyleyemedim)
Hamdi kardaşıma söyleyemedim
Vurma zalim vurma kama yarası
Bura meydan yeri değil sokak arası
Ay karanlık bir gecede vurdular beni
Ölmeden mezara koydular beni
DEVAM EDECEK
Onu anlatırken türkülerinden de örnekler vereyim ki, bir çoğunuz “A a.. bu muymuş?” desinler.
Refik Başaran, 1907 yılında Ürgüp'ün eski adı Damsa olan Taşkınpaşa köyünde doğdu. Mustafa Çavuş'la Emine Hanım'ın ortanca oğluydu.
Köyündeki ilkokulda üç yıl okudu. Saza söze hevesliydi. Bunu gören ağabeyi ona Kırşehir’den bir saz aldı. Bir süre Kavak köyünden Topal Hasan’ın çırağı oldu. On dört on beş yaşlarında saz çalmaya başladı. Bir süre sonra düğünlerin aranan kişisiydi.
İlk dinlediğim türkülerinden biri ağıttı:
“Nevşehir dedikleri bir büyük şehir
İçerime attılar bir avuç zehir
Hiç aman vermedi Bursa'lı Tahir
Vurma zalim vurma da erenlerdenim
Bir namus uğruna ölenlerdenim”
Refik Başaran on yedi yaşındayken köylüsü Fadime’ye sevdalandı. Zengin olmadığı için Fadime’yi vermediler. Daha sonra Fadime’nin ailesi Refik’i içgüveysi olarak kabul etti. Bu evlilikten üç çocuğu oldu. Fadime kendisi gibi türküleri seviyor ve biliyordu. Refik’i destekliyor bu yolda ilerlemense katkı sağlıyordu. Refik askere gidinceye kadar düğünlerde bağlama çalıp söyledi. Ünü yayıldı. Çevre illerden de davet almaya başladı. Her gittiği yerde bir şeyler öğreniyor, yaşadığı, gördüğü olaylarla ilgili irticalen türkü yakıyordu. Bunlardan biri, sel sularına kendini kaptıran Ayşe gelinle ilgiliydi.
“Ayşemin yeşil sandığı
Daha elinin değdiği
Hiç aklımdan çıkmıyor
Kapılıp sele gittiği”
Refik Başaran'ın kendine özgü saz çalışı vardı. Türküleri bütün benliğini ve ruhunu katarak okuyor, yöresinin ağız özelliğine bağlı kalıyordu. İlk söylediği türküler, köyde söylenen anonim türkülerdi. Bunların birçoğunu eşi Fadime, köylüsü Hacer, Fadik ve Avanoslu Selahattin’den öğrenmişti.
Bir türküsünü radyoda Mehmet Erenlerin sesinden çok defa dinlemiştim. Siz de hatırlayacaksınız:
“Garşı bağda sıra sıra bademler
Otursun ağlasın yâri gidenler
Ne sen bana doydun ne ben sana
Kör olsun gurbeti icat edenler”
Evet kör olsun geçim zorluğu, kör olsun açlık ve kör olsun gurbeti icat ederler. Ömrünün çoğu gurbette geçen Refik Başaran, 1935'li yılların başında eşi ve çocukları ile Ankara'ya göçmek istedi. Fakat karısı razı olmadı. Bunun üzerine bir daha dönmemek üzere köyünden ayrıldı. 1935-45 yılları arasında Ankara'da han köşelerinde sıkıntı, efkâr, özlem ve çileyle yoğrulmuş bir şekilde yaşadı. Nallıhan, Bâlâ ve Ayaş’ın köylerinde kısa süreli evlilikler yaptı. 1945’de düğün için gittiği Ayaş'ın Anayurt köyüne yerleşmeye karar verdi.
Refik Başaran, doğup büyüdüğü yerlerde birer türkü sevdalısı olan Nevşehirli Cafer, Avanoslu Selahattin, Ürgüplü Fadime, Ürgüplü Şevket Uçar, Nevşehirli Şerif Çopur, Ürgüplü Kamil, Nevşehirli Mıstık Maviş, Ürgüplü Ali, Ürgüplü Âşık Mehmet ve Nevşehirli Misali gibi yerel sanatçılardan etkileniyor, onlardan öğrendiği türküleri plak yapıyordu. Onlardan biri de bir ağıttı:
“Ayvalı’nın kara taşı
Yandı ciğerimin başı
Emin Hacı’nın gardaşı
Uyan Hacı Bey’im uyan.”
Refik Başaran ile ilgili okuduğum pek çok anekdot anlatabilirim:
Derler ki, zamanın Ankara Valisi’nin bir türkü okuması için küçümsenmeyecek miktarda para teklif etmesine karşın okumamış. Bâlâ'da da bir düğün sırasında sopa yemesi ve iki ay hastanede yatmasına rağmen kendisinden istenen bir türküyü söylememiş.
Bir yaz günü at üzerinde dalgın dalgın kasabaya giderken, bir ara bakmış ki, sağ ayağında ayakkabı yok... Bunu fark eder etmez hemen öteki ayakkabıyı da yola atarak; “Şimdi fukaranın biri tek ayakkabıyı bulacak ama giyemeyecek, bari eşini de atayım ki bulan insan sevinsin” demiş.
“Şen Olasın Ürgüp - Refik Başaran-Hayatı-Türküleri” adıyla bir kitap hazırlayana Gürbüz Sapmaz, sanatkâra Atatürk tarafından "Başaran" soyadının verilmesiyle ilgili şu bilgiyi veriyor:
"Ankara'da Hacer Buluş, Safiye Ayla gibi dönemin sevilen sanatkârlarının katıldığı, Atatürk için verilen bir konsere Refik Başaran'da çağırılmış, konser sonunda ulu önder sanatkârı çok beğenmiş, kendisine “Başaran” soy ismini vermiştir"
Refik Başaran, halkın sesini ve müziğini taş plaklar aracılığı ile ülke geneline yayan ilk yerel sanatçılardan biriydi. Düğünlerde çalıp söylediği için bunların arasında oyun havaları da vardı. Yekte türü oyun havalarının olduğu pek çok taş plağı vardı.
1930'lu yılların batı müziği ağırlıklı kültür politikalarının yarattığı sıkıntıları halkın gönlünden silmiş, duygulu, yumuşak, içli sesiyle taş plak piyasasında en çok tüketilen sanatçılarından birisi olmuştu. Bir uzun havasını daha hatırladım. Bunu İTÜTMDK hocalarından Erdoğan Eskimez’in sesi ve sazından dinlemiştim:
“Tokat yaylasında yaylayamadım
Divane gönlümü eyleyemedim
(Şu cahil gönlümü eyleyemedim)
Hamdi kardaşıma söyleyemedim
Vurma zalim vurma kama yarası
Bura meydan yeri değil sokak arası
Ay karanlık bir gecede vurdular beni
Ölmeden mezara koydular beni
DEVAM EDECEK