Şehrin delisi, eski bir kitabın içine koyduğu üç fotoğrafı, sırasıyla çıkarıp, havaya kaldırıp bağırıyordu. Uzaktan ne kitabı, ne de fotoğrafları seçebiliyordum. Köşeyi gösteriyordu. Köşeyi göstere, göstere bağırıyordu. Şehrin delisinin yanına sokuldum. Onu uzun yıllar tanıyan belediye bandosundan emekli semt sakini de geldi yanımıza, sonra mahalle bakkalı. Etrafta telaşlı bakışlarıyla doluşan insanlar, ne olduğunu merak ediyordu. Şehrin delisinin kızgınlığı geçmese de, ilk fotoğrafı sakince bana uzattı. Hala oyunbozana bakıp, sus diyordu, sus. Şehrin delisi “sus” demek için çok ilginç bir fotoğraf seçmişti. Susmayı öğütleyen en kibar fotoğrafı. Hastaneleri çocuklara sevdiren bu fotoğraf, umut bekleyen hastalara göz kırpan bir hemşirenin fotoğrafıydı. Fotoğraf, 1976 yılına ait fotoğraf, şimdilerde hiçbir hastanede göremediğimiz, hemşire kıyafetiyle "Sus" pozu veren eski model Dilek Tunca’nın fotoğrafıydı. Soren Kierkegaard’ın da dediği gibi, susabilmek hünerdi ve o yıllarda Dicle Tunca’nın fotoğrafı, bütün acıların sessizlikle tedavi edileceğine inandıran bir tılsıma bir hünere sahipti. Bakkal’ın dediğine göre, şehrin delisi, annesini ameliyat masasında kaybettiği sırada tanışmış fotoğrafla. Annesinin yasını susarak unutacağını düşünmüş olacak ki, sonrasında Kepenek Caddesi’ndeki o meşhur fotoğrafçıdan aldığı fotoğrafı yanından hiç ayırmamış. İçim acımıştı. Ardından ikinci fotoğrafı istedim. O hala oyunbozana kızıyordu. Boğaz kısmı tüylü, mavi kabanıyla şehrin delisi, köşeyi gösteriyordu. Fotoğraf, 1972 yılı yapımı, başrolünde Cüneyt Arkın ve Müşerref Tezcan’ın oynadığı, Hayatımın En Güzel Yılları filmine ait bir sahneydi. İlk dikkatimi çeken filmin karakteri Murat (Cüneyt Arkın)’ın mavi kabanıydı ki, şehrin delisinin kabanı, neredeyse Murat’ın kabanının aynısıydı, Bakkal, filme hayran olan delimizin Almanya’daki amcaoğluna kabanı sipariş ettiğini ve yıllardır nadiren üzerinden çıkardığından bahsetti. Hatta elinde tuttuğu kitabı bile film de görüp, Akdeğirmen Mahallesi’nden komşuları olan Atatürk Lisesi edebiyat hocasına aldırmış. Filmin giriş sahnesinde 4 arkadaşın kayık keyfinde okunan kitap, Mickey Spillane’nin Kıyasıya Romanı’ ydı. Filmin ana karakterlerinden Lale’nin (Müşerref Tezcan) dört mevsimin birinde şarkısının fonuyla okunan kitap, onu öyle etkilemiş ki, kitabı elinden bırakamamış. Hatta delimizin çok az konuştuğunu söyleyen belediye emeklisi, onun, uzun yıllar, “Geleceğim diyordun dört mevsimin birinde. Dört mevsimin birinden…” diye mırıldandığını söyler… Bu iki fotoğraftan sonra; sessizleştim. Delimiz hala sus diye bağırıyordu. Üçüncü fotoğrafı aldım elinden. Fotoğraf, Mavi Köşe’nin eski haline ait siyah beyaz bir fotoğraftı. Müştemilatlarıyla birlikte uzun yıllar yetiştirme yurdu olarak hizmet veren Babinyan Konağı’nın fotoğrafıydı. 1960’larda yıkılan konağın eski fotoğrafını özenle saklayan öksüz delimiz, babasını da kaybedince buranın, bu köşenin adeta bekçisi olmuştu. Belki de bir annenin izlerini hiç silmeden taşınacağı yüzleri görmüştü köşede, Kimsesiz çocukların umutlarının hayallerinin saklandığı köşeyi çok sevmişti... Konağın ve müştemilatlarının yerine yapılan apartmanın cephesindeki mavi seramikler sebebiyle köşeye mavi köşe denmiş, o tarihlerden sonra zaten mavi kabanıyla dikkat çeken delimize de maviş denmişti. Evet, Maviş. Maviş ismini çok seven delimiz, tıpkı, Hayatımın En güzel Yıllarındaki Hisseli Aile Kumpanyası’nın girişinde bekleyen film kahramanları gibi, eski ahşap binayı o kadar özümsemişti ki, hayatının merkezine koymuştu. Nihayetinde o köşe, onun koruduğu tılsımlı bir adaya sırlı bir arkadaşa dönüşmüştü. Dahası, kendilerini kandıracak bir masalları kalmadığına inanan kişilere inat, köşeyi zihninden silememişti… Maviş’le köşesi arandaki bağ fotoğraflarla sağlam bir dostluğa da dönüşmüştü… Köşeden bahsedilince, bir çocuk gibi içi kıpraşmaya başlayan Maviş, o yer aşkına! Soğuk geçirmeyen mavi kabanıyla! Yıldırılmış göçmenlik duygusuyla köşeden, köşenin mazisinden haberdar olmayanlara el sallarmış… Hatta çoğunlukla elindeki fotoğrafları da gösterirmiş. Ta ki bir oyunbozan onu rahatsız edene dek… Fevzipaşa okulundan köşeye doğru sırasıyla; Mavi köşe kıraathanesi, Yüncü dükkânı, kasap Nureddin, Saatçi Harun, Dondurmacı ve köşede Bakkal Hasan. Alibaba hattına dönünce ise Tüpçünün dükkanı ama hepsi hepsi Mavişin konaktan kalan yadigarlarıymış; 1980’lerde bu dükkanlarda yıkılınca neşesini iyiden iyiye kaybeden Maviş, fotoğraflarına daha sıkıl sarılmış… Şehrin delisi, Maviş, yanımdan uzaklaşırken, şöyle bir gözüme baktı: Bu sefer büyük bir suskunlukla; İçinin gittikçe ıssızlaştığını ve bunu bir türlü engelleyemediğini söyler gibiydi; ardından son kez oyunbozana baktı ve oradan uzaklaştı… Ben ise şunu düşündüm: Sanki bu bağırtı, tabiata aykırı günlere inat, içimizdeki dünyadan bunca şeyin harap olduğu zamana inat bir çığlıktı… Sahi köşeleri köşe yapan geometriye, sükûnete ne oldu? Sus pozu veren hemşirenin fotoğrafı tekrar hastanelere asılabilirdi, Maviş gibi Cüneyt Arkın’ın Hayatımın En Güzel Yılları filmini de izleyebilirdik ancak, yalvar yakar olsak da; Maviş’in köşesinin izlerini bulamazdık… Çünkü yollarına düğüm atılmış bir kavşağa benzeyen hafızamızın tarif edeceği yolda hiçbir işaretle karşılaşmamız pek mümkün değil… Bakkal, Maviş için son olarak şunu söyledi: Mahallesini terk ederek sitelere taşınan komşularının yan çizmeleri onu alakadar etmedi; “İçimizden bir tek o,” “içimizden bir tek o, durduğu yeri hiç terk etmedi. Fotoğraflarıyla köşesini beklemekten asla vazgeçmedi…” Bir köşeyi seven herkesin bir rengi olsun; Mavi köşenin sahibinin adı belli; orası köşesinden tahliye olamamış mavişindir… Not: Maviş, içimiz yanıyor tıpkı senin acın gibi bir acı var içimizde… Kaybımız çok, Başımız sağolsun; Bu büyük felakette annelere sabır, babalara sabır, yetimlere sabır, öksüzlere sabır, herkse ama herkese sabır diliyorum... Deprem bölgesindeki vatandaşlarımızın acıların yürekten hisseden, milletimizin birlik ve beraberliği daim olsun; Allah bu aziz milleti felaketlerden korusun…