Cihad, kelime olarak güç ve gayret sarf etme, bir işi başarmak için elden gelen bütün imkânları kullanma gibi anlamlara gelmektedir. “Ey iman edenler, Allah yolunda gereği gibi cihad edin.”[1] ayetindeki cihad kavramı, dini yaşama konusunda gayret göstermenin yanında, gerektiğinde dış düşmanlarla savaşmayı da ifade etmektedir. Bu anlamıyla cihad, insanların bireysel ve sosyal ihtiyaçlarını özgürce karşılayabilmek amacıyla girişilen çabaların tamamını kapsamaktadır.
İslâm, isminin de gereği olarak barış dinidir ve kelime olarak İslâm barış, güven, huzur, mutluluk gibi anlamlara gelmektedir. İslâm’a göre insan hayatı kutsaldır ve hayatın korunması için emniyet, huzur, güven, özgürlük ve barış ortamının sağlanması gerekir. İnsana büyük bir değer veren bu inanç sisteminde haksız yere bir kişiyi öldürmek tüm insanlığı öldürmekle eşit tutulmakta; bir insanın canını kurtarmak bütün insanların hayatını kurtarmaya denk sayılmaktadır.[2]Kur’an-ı Kerim’de; “Ey iman edenler! Hep birden barışa girin. Şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır.”[3] buyrularak barışın önemine vurgu yapılmaktadır.
İslâm inancında haksız yere saldırganlık meşru sayılmamakta, Müslümanlar aleyhine bazı olumsuzluklar getirse bile, sorunların barış yoluyla çözülmesi istenmektedir. Ancak barış yolları denendikten sonra savaş kaçınılmaz hale gelirse, bu durum karşısında Müslümanların sabır ve fedakârlık göstererek cihad etmeleri istenmektedir. Konuyla ilgili bir hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:
“Düşmanla karşılaşmayı arzu etmeyin. Fakat zorunlu olarak onlarla karşılaşırsanız, o zaman sabredin. Bilin ki cennet kılıçların gölgesi altındadır.”[4]
İsmini barış kavramından alan bir dinin savaştan ve kılıçtan bahsetmesi, ilk bakışta bu dinin adıyla çelişkili bir görünüm arz edebilir. Savaş, temelde İslâm’ın benimsediği bir olgu değildir. “Ey inananlar, bütün varlığınızla barışa girin...”[5] ayetinden de anlaşıldığı gibi, İslâm’da asıl olan barıştır; savaş ise sadece mecbur kalındığında başvurulabilecek geçici bir çözümdür. Ancak İslâm’ın ilke olarak savaşa karşı olması, bu sosyal realite karşısında kayıtsız kalmayı gerektirmez.
Kur’an’ın cihadla ilgili ayetleri doğru anlaşılmadan gerçekçi bir cihad algısı geliştirmek ve İslâm’a yöneltilen iddiaları doğru bir şekilde değerlendirmek mümkün değildir.
Kur’an-ı Kerim incelendiğinde, cihadla ilgili çok sayıda (40 civarında) ayetin bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu ayetlerden savaş anlamındaki cihad ile ilgili olanlara değinmede konumuz açısından yarar vardır.
“Şüphesiz iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler var ya; işte onlar, Allah’ın rahmetini umabilirler. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.”[6]
“Yoksa siz, öncekilerin başına gelenler, sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Peygamber ve onunla beraber müminler, ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğrayıp sarsılmışlardı. İyi bilin ki, Allah’ın yardımı pek yakındır.”[7]
“Yoksa siz Allah içinizden cihad edenleri ve sabredenleri ayır etmeden cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz?”[8]
“Fitne tamamen yok edilinceye ve din (kulluk) yalnız Allah için oluncaya kadar onlarla (fitne çıkaranlarla) savaşınız. Şayet vazgeçerlerse, zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur.”[9]
Ayetlerden de anlaşılacağı gibi, cihadın amaçlarından biri fitneyi önlemektir. Fitne, toplumsal hayatın barış ve huzurunu tehdit eden ayrımcılık, zulüm, işkence, kargaşa çıkarma, temel hak ve özgürlükleri kısıtlama, baskı ve şiddetle insanları inanmadıkları şekilde yaşamaya zorlama gibi insan hakkı ihlallerini ifade eden bir kavramdır. Sayılan olumsuzluklarla mücadele etmek Müslümanlar için bir görevdir. Yoksa yeryüzünden fitnenin kaldırılması misyonu, farklı din ve inançtaki insanları zorla Müslüman yapma amacına yönelik değildir.
Eğer fitne ortadan kalkmışsa, güvenliği tehdit ederek toplumun huzurunu bozan zalimlerin zulümleri engellenmişse, insanların mal, can, din, ırz ve namus emniyetleri sağlanmışsa artık savaşmanın bir anlamının kalmadığı Kur’an’daki şu ayetlerden de anlaşılmaktadır:
“Onlar barışa yanaşırlarsa sen de yanaş ve Allah’a tevekkül et. Çünkü O her şeyi işiten ve bilendir.”[10]
“Size dokunmazlar, barış önererek sizinle savaşmazlarsa, bilin ki Allah size onlar aleyhine olumsuz bir tavır alma hakkı vermemiştir.”[11]
“Allah size, sizinle din savaşı yapmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselerle iyilik ve fedakârlığa dayalı bir ilişki geliştirmenizi yasaklamaz: çünkü Allah fedakâr olanları pek sever. Allah size, yalnızca sizinle din savaşı yapan ve sizi yurtlarınızdan çıkaran veya sizin çıkarılmanıza destek verenlerle dostluk kurmanızı yasaklar: artık kim onlarla dostluk kurarsa, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.”[12]
İslâm’da cihadın bir gayesi de zulmü önlemektir. Bunun en açık örneğini Hz. Peygamber’in hayatında görmek mümkündür. Bilindiği gibi Hz. Peygamber, Mekke’de ve Medine döneminin ilk yıllarında muhataplarına karşı daima barış yanlısı bir yol izlemiş[13], insanları hikmet ve güzel öğütle[14] dine davet etmeyi ilke edinmiştir. Fakat Hz. Peygamber’in bu hoşgörülü yaklaşımına rağmen Müşrikler, İslâm’ı daha başlamadan yok etmek ve din olarak İslâm’ı seçenlerin özgürlüklerini engellemek için ellerinden geleni yapmışlardır. Hz. Peygamber, baskı ve hakaret içeren tavır ve eylemlere sabredip ashabına da sabırlı olmayı tavsiye ettiği halde, müşrikler tarafından girişilen işkence ve saldırılar dayanılmaz boyutlara ulaşmıştır. Sonunda Müslümanlar önce Habeşistan’a, ardından da Medine’ye hicret etmek zorunda kalmışlardır.
Medine’ye hicret, Müslümanların düşmanlardan kurtuluşu ve rahatlığı için yeterli olmamıştır. Çünkü müşriklerin tehdit ve saldırıları, hicretten sonra da devam etmiştir. Saldırı ve tehditte bulunanlar sadece Mekkeli müşriklerle sınırlı kalmamış, diğer kabile ve milletlerin de Müslümanlara düşman olmalarına sebep olunmuştur. Bu durum karşısında Allah (c.c.), Müslümanlara takınacakları tavrı cihada izin veren şu ayetle bildirmiştir:
“Zulme uğrayanların savaşmalarına izin verildi. Allah onlara yardım etmeye elbette kadirdir.”[15]
Hz. Peygamber’in önderliğinde gerek Mekkeli müşriklerle ve gerekse Medine’deki kabilelerle yapılan savaşlar, özellikle onların kendi düşmanca tutumlarından kaynaklanmıştır. Yani İslâm Peygamberi, istemediği halde savaşmak zorunda bırakılmıştır. Bu gerçek şu ayetlerle ifade edilmektedir:
“O Müslümanlar başka bir nedenle değil, sadece ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkartılmış kimselerdir...”[16]
“Ne zaman onlar bir antlaşma yaptılarsa, yine kendilerinden bir grup onu bozmadı mı?”[17]
“Size ne oluyor da, ‘Ya Rab! Bizi şu zalim milletin elinden kurtar’ diye feryat eden biçare kadınları, erkekleri ve çocukları kurtarmak için savaşmıyorsunuz?”[18]
Cihadın bir diğer amacı da savunmadır. Bu anlamdaki cihad, temeli Kur’an ve sünnete dayanan ve Müslümanların dini görevleri arasında bulunan önemli bir ibadettir. Konuyla ilgili ayetler şöyledir:
“... Allah’a ortak koşanlar nasıl sizinle topyekûn savaşıyorlarsa, siz de onlarla topyekûn savaşın ve bilin ki Allah muttakiler (dini hakkıyla yaşayanlar) ile beraberdir.”[19]
“Sizinle savaşanlarla Allah yolunda siz de savaşın; fakat haksız yere saldırmayın, çünkü Allah haksız yere saldıranları sevmez.”[20]
Savunmayla ilgili ayetlerden biri de Enfal Suresi’nin 60. ayetidir. Bu ayette şu ifadelere yer verilmektedir:
“Onlara (düşmanlara) karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın. Onunla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz ama Allah’ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz...”[21]
İslâm’ın barış yanlısı bir din olması, Müslümanların savaş realitesini görmezden gelmelerini gerektirmez. Yani savunma ve düşman güçlerinin cesaretini kırma amacına yönelik silahlı güç bulundurmak, İslâm’ın barış yanlısı bir din olduğu gerçeğini değiştirmez. Yukarıdaki ayette geçen ‘Savaş için güç bulundurun.’ emri, düşmanı caydırıp ülke insanlarının emniyet ve güven içerisinde yaşamalarını sağlamak içindir. Dünya devletlerinin neredeyse tamamının bu anlayışla savunmaya yönelik siyasi, askeri ve ekonomik önlemler aldığı bilinen bir gerçektir. Bu durum, günümüzde ‘silahlı barış’, ‘barış için silahlanma’ gibi kavramlarla ifade edilmektedir. Aslında arzu edilen, toplumların silahlı güç kullanmaksızın sorunlarını tartışarak gidermeye çalışmasıdır. Ancak yaşanan tecrübeler, bu düşüncenin şimdilik gerçekleşmesi güç bir ideal olduğunu göstermektedir. Zalim İsrail’in Filistin halkına yönelik sergilediği zulüm, bunun en açık örneğidir.
[1] Hac 22/78. [2] Bkz: Nisa 4/93; Maide 5/32. [3] Bakara 2/208. [4] Buhari, Cihad 9; Müslim, Cihad 1362; Ebû Davûd, Cihad 89. [5] Bakara 2/ 208. [6] Bakara 2/218. [7] Bakara 2/214. [8] Âli-İmran 3/142. [9] Bakara 2/193. [10] Enfal 8/61. [11] Nisa 4/90. [12] Mümtehine 60/8-9. [13] Al-i İmran 3/ 159. [14] Nahl 16/ 125. [15] Hacc 22/ 39. [16] Hacc 22/ 40. [17] Bakara 2/ 100. [18] Nisa 4/ 75. [19] Tevbe 9/ 36. [20] Bakara 2/ 190. [21] Enfal 8/60.
Prof. Dr. Hüseyin Yılmaz
[1] Hac 22/78. [2] Bkz: Nisa 4/93; Maide 5/32. [3] Bakara 2/208. [4] Buhari, Cihad 9; Müslim, Cihad 1362; Ebû Davûd, Cihad 89. [5] Bakara 2/ 208. [6] Bakara 2/218. [7] Bakara 2/214. [8] Âli-İmran 3/142. [9] Bakara 2/193. [10] Enfal 8/61. [11] Nisa 4/90. [12] Mümtehine 60/8-9. [13] Al-i İmran 3/ 159. [14] Nahl 16/ 125. [15] Hacc 22/ 39. [16] Hacc 22/ 40. [17] Bakara 2/ 100. [18] Nisa 4/ 75. [19] Tevbe 9/ 36. [20] Bakara 2/ 190. [21] Enfal 8/60.