Deprem, kıtlık, yangın, sel, salgın hastalık, önemli savaşlar gibi toplumsal hayatla ilgili olayları anlatan destanların ilk ya da son dörtlüğünde tarih belirtildi. Zaman içinde bu aşıklık ya da destancılık de bir gelenek haline geldi. Dünkü yazımda Tokat çevresinde yaşayan Firkati adlı âşığın 52 kıtalık “Destân-ı Zelzele” sinden örnek kıtalar alıntı yapmıştım. Geleneğe uygun olarak ilk kıtası şöyle başlamıştı: ““Hulûs-i kalb ile dinle destanı Cenab-ı Allah’dan imtihân oldu Sene dokuz yüz otuz dokuzda Hakkın emriyle zelzele oldu.” Destandan felaketin maddi ve manevi izlerini Erzincan, Tokat ile Reşadiye, Erbaa, Niksar ve köylerinde yaptığı yıkımı, halkın durumunu öğrenmiştik. Gazeteci arkadaşım Bilal Öztürk, beni desteklemek için yazımın altına şu yorumu düşmüştü: “…… 1939 depremi, benim doğduğum yer olan Reşadiye'yi de yerle bir etmiş. Depremde Reşadiye Belediye Başkanı Tahir Bey de ölmüş. Tahir Bey ve deprem için yakılan ağıt, türkü olarak da söylenir ve insanın tüm tüylerini diken diken eder. Ağıtın sözleri şöyle: Reşadiye ırmağı / Geliyor coşa coşa / Vali bize bakmıyor / Sen yetiş İsmet Paşa Reşadiye çeşmesi / Köprüden mi bozuldu? / Tahir beyin kolları / Enkazdan mı ezildi? Çifte kumrular konmuş / Tahir'in konağına / İngiliz çivisi batmış / Aydın'ın yanağına Reşadiye ırmağı / Geldi doldu pazara / Tahir Bey'le oğlunu / Bir koydular mezara Reşadiye Erzincan / Sallandı beşik gibi / Yıkıldı başımıza / Evlerimiz çul gibi Kemal'im İstanbulda / Ablasının yanında / Mektup yazın Kemal'e / Biz kırıldık burada Reşadiye önünde / Uzun uzun kavaklar / Meleşiyor kuzular / Işımıyor sabahlar… https://youtu.be/rgirpdQPff4 Bildiğiniz gibi, “Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür.” Yani, insan hafızasının eksikliği unutkanlığıdır" diyebiliriz. Unutkanlık insanlık hali. Yüreğimizde derin izler bıraksa da, zaman içinde tarihleri unutabiliyoruz. Destan geleneğinde tarih bildirmek, bizim noksanlığımızı gidermekte. Yakın zamanımızdan uzak yıllara doğru birkaç örnek vermek istiyorum. Sivaslı âşıklarımızdan Derdiyar, “Kocaeli Depremi” destanına şöyle başlamış: “On yedi Ağustos doksan dokuzda On binlerce canı aldı bu deprem Alarmını kurmuş gece saat üç Ölüm zillerini çaldı bu deprem” Âşık Derdiyar, daha sonraki kıtalarda depremi ve yaşanan acıları, detayları ile anlatmıştı. Aynı topraklardan Doğanşarlı Şükrü Karataş, faciayı dile getirmeye şöyle başlamıştı: “On yedi Ağustos yıl Doksan dokuz Sabah saat üçte evlerde yokuz Yıkık viraneler hep kaldı ıssız Anne baba kardeş dostlar ağlaşır” (Dr. Doğan Kaya, : I. Uluslar arası Kocaeli ve Çevresi Kültür Sempozyumu Bildirileri, (20-22 Nisan 2006), C. I, Kocaeli, 2007, s. 704-719. Şimdi sizi biraz daha geriye götürmek istiyorum. Erzurum civarındaki 6.8 şiddetindeki depremde 1155 kişi ölmüş, 35 bin kişiyi evsiz kalmıştı. Depremi yaşayan Âşık Reyhanî, belgesel çeken TRT ekibine doğaçlama olarak söylediği destanına şöyle başlamıştı: “Otuz ekim bindokuzyüz seksenüç Hele gelin görün bizim köyleri Dünyadan ahirete başladı bir göç Hele gelin görün bizim köyleri Mevsimin boranlı karlı kışında Paşalar valiler dağlar başında Kime sorsan cevap gözü yaşında Hele gelin görün bizim köyleri ….. Şimdi de sizi 129 yıl daha geriye götüreceğim. O yıllarda Fatihte askeri öğrenci olduğunu destanından öğrendiğimiz Halit Efendi, ‘‘Hareket-i Arz Destanı’’na önce ay ve günü yazmış son kıtada da yılını ve mahlasını eklemiş: “… Muharrem ayında bir salı günü Saat hemen hemen geçmişti dördü Ahali o anda bir zulüm gördü Cihan bulanmıştı toza dumana … Sene tam 1312 (1894) tamam Bütün olanları eyledim beyán Söylesem pek çoktur hásıl-ı kelám Gayret et sen HÁLİD işbu destana.” Destanları, söyleyenin duygularının kişisel görüş ve yorumlarını taşıdığı için somut Tarih sayamayız. Ama, anlattığı konular toplum tarihimizin önemli belgeleri olsa gerek. Yalnız bir edebî metin olarak bakmamalıyız.