Geçenlerde çok büyük bir şehrimizin geçmişinden hâlâ izlerin kaldığı bir bölgesinde dolaşırken, gözüme çarpan uzun bir duvar ve üstünden taşan sık ağaçlar beni düşündürdü. Daha önce de yaşadığım bir duyguyla burada tekrar karşılaşırken, nedense bu sefer ona bir anlam verme gayretine giriştim. Karşımda duran, önünde yer yer inşaat döküntüleriyle kirletilmiş boş ve bakımsız arsa bulunan, insan boyuna yakın bir duvarla çevrelenmiş bol ağaçlı eski bir mezarlık manzarasıydı. Öyleyse burada beni alâkadar eden hâdise ne olabilirdi? Acaba pamuk parçaları gibi bulutların serpiştirildiği açık mavi gökyüzünün güzelliği mi? Belki, ama ilgimi cezbeden şeyin bundan fazlası olduğunu da fark ediyordum.
Kısa bir mütalaadan sonra, cevabın sıklıkla hayıflanmama neden olan eski ve yeni şehirler arasındaki en önemli farklardan birinde bulunduğunu anladım. Belki çok küçük kaleler hariç eski şehirlerde dar sokaklardan müteşekkil örüntülere mukabil dâima büyüklü küçüklü boşluklar da bulunuyordu. Lâkin eskisi gibi orantılı ve anlamlı olmasa da boşluklar bugün de şehirlerde mevcut bulunuyor olduğundan hissettiğim farkı anlamam için daha derine inmeye çalışmalıydım. Böylece boşluk dediğimiz şeyin ne olduğuyla düşüncelerimin akışına yol verdim. Tabiî, bu mecâzî bir ifadeydi, boşluk yani. Bundan kasıt üzerinde bina olmayan yerdi. Hemen ardından belleğimde böyle boşluklar içeren şehir parçalarına ilişkin görüntüler aradım ve bulduklarımı kısa bir mukayeseye tâbi tuttum. Farkettim ki bu görüntülerin ancak bir kısmı yâdımda hoş bir iz bırakmıştı. Bunların da ortak özelliği dünyânın tabiî görüntülerine benzeyen manzaralar gibi olmalarıydı: çocukluk resimlerinden itibaren idealize ettiğimiz ön plânda engin çayırlar, ortalarda mor dağlar ve en arkada mavi gökyüzünden oluşan bir çerçeve gibi. Demek ki işin püf noktası, yani bizde hoşluk bırakan yanı, bakılan şeyin önündeki boşluğun yarattığı mesafe vasıtasıyla görsel çerçevemizin içine uygun bir şekilde sığabilmesi olabilirdi.
İşte o an bir keşifte bulunduğum hissine kapıldım. Dünyânın bir görüntüsünü çerçeveleyip manzaraya dönüştürebilecek şekilde küçültebilmemizi sağlayan mesâfe, insan “yazılım”ının bizi dünyâyı sevmeye sevk edici özelliğinin aradığı bir şeydi. Koskocaman dünyânın görüntülerinin küçülerek gözlerimizden içeri girebilmesi, farkında olmasak da nesnelerin gerçek hacimlerinin korkunçluğunu gideriyor ve görüntüleri farazî de olsa hükmedebileceğimiz görüngülere (fenomenlere) dönüştürüyordu. “Perspektif” denen görüntülerin küçülme hadisesinde bir hikmet olduğu âşikârdı.
Dünyâ manzaralarını sevmeyi farkında bile olmadığımız bir kusurumuza, varlığın görünüşünü işimize yarar ve hayırlı bir şekilde bozan gözümüzün lütufkâr kusuruna borçlu olmamız ilginç değil mi? “Kusurlu” gerçekliğimizin göreceli bir ifade olduğunu, kusursuz bir gerçekliğin sadece Yaradan’a has olabileceğini belirtmeye gerek yok. Bir an için perspektifsel küçülme hadisesinin olmadığını ve her şeyin gözümüze gerçek boyutlarda göründüğünü düşünelim. Bu durumda iki gözümüzün arasındaki birkaç santimetreye sığmayacak büyüklükteki bütün nesneler nereye baksak burnumuzun dibinde duran duvarlar gibi etrafımızı sarar ve adeta önümüzü göremez olurduk. Dünyâ hiç süphesiz bizim için bir cehennem olurdu; hatta varlığımızı sürdüremezdik bile.
Öyleyse bu kusurumuz aslında bizim için bir meziyet sayılmalı. Yukarıda bahsedilen manzara gibi, bütün varlık âleminin sonsuz manzarası bu meziyetimiz sâyesinde gözlerimizden ruhumuza akan görüngülere dönüşüyorlar. Buradan hareketle, bu meziyetimizin işlemediği yerde fıtrata aykırı bir şey olduğu sonucuna varabiliriz. Mesela şehirlerimizin hâkim nesneleri olan kocaman apartman bloklarını ele alalım. Bunlar görsel çerçevemize nadiren sığan nesneler olarak sürekli yazılımımıza/fıtratımıza aykırı çalışıyor ve dolayısıyla ruhumuzun dünyâ karşısında teskin olmasını engelliyorlar.
Hemen bu noktada “minyatür” olarak bilinen resmetme usulü ile Batı dünyâsında gelişen perspektif küçülmeyi, yani insanın görsel algısını taklit etmeye yeltenen resim usûlü arasındaki farka da kısaca bir değinelim. Belki perspektif kurallarına pek uymayan minyatür tarzı resmetme usûlünde – meşhur sanat tarihçisi Titus Burckhardt’ın (İbrahim İzzeddin) iddia ettiği gibi – sadece insanî bakışın taklidi değil, ayrıca ilâhî bir bakışın temsîli de söz konusuydu. Nitekim bir başka meşhur sanat tarihçisi Ernst Gombrich’in de altını çizdiği gibi, sanatın amacı dünyânın gerçekliğini taklit etmekten ibaret değildir. Zaten Batılı sanatçılar da sanatın tıkandığı noktada perspektifi terk ettiler ve “Modern” adı verilen primitivizme kapılarını sonuna kadar açtılar; yani giderek artan fıtrata aykırı insan yapısı dünyâ manzaralarından uzaklaşarak daha çok ilkel zamanların en hâlis görüngü temsîllerini yeniden keşfetmeye soyundular.
Şimdi bu bahsi bağlamaya çalışalım: Bence dünyânın doğal veya yapay manzaralar olarak görüntüsünün görsel algılama mekanizmamızın hususiyetine uygunluğu huzur ve mutluluğumuz için gereklidir. Zihnimizde gerçekleşen bu uygunluk aslında gerçekliğin ta kendisini değil, onun optik bir temsilinden ibaret. Bu optik temsîlin çizgi ve renklerle resmedilerek yeniden temsîl edilmesi de benzeri bir beğeni hissini doğuruyor. Ama yine de resim bu gerçekliği temsîl etmekten ibaret değil. Ne yazık ki, resimdeki özgürlüğe mimarlık ve şehircilikte sahip değiliz. Bu itibarla şehirlerimizde “çerçeveleyici mesâfe”nin ölçüsüne riayet etmeyi, yani perspektif oluşturma meziyetimizi dikkate almayı fıtrata uygun bir görsel kültür meselesi olarak addetmek gerekiyor.
Bu fikirlere zihnimden şöyle bir itiraz geldi: “çok uzak mesâfeden bakıldığında görsel çerçevemize girebilen bir gökdelenler şehrinin silüeti de heyecan verici bir manzara değil mi?” Evet, belki bir an için öyle olsa da, bilmeliyiz ki o manzaranın içinde yaşayanlar aslında bozuk bir dünyâya bakıyor olmalılar.
KÖŞE YAZILARI
Yayınlanma: 24 Eylül 2023 - 12:52
Görme Kültürü 6: "Mesâfe"
Geçenlerde çok büyük bir şehrimizin geçmişinden hâlâ izlerin kaldığı bir bölgesinde dolaşırken, gözüme çarpan uzun bir duvar ve üstünden taşan sık ağaçlar beni düşündürdü
KÖŞE YAZILARI
24 Eylül 2023 - 12:52