19. asrın sonunda ve 20. asrın başında özellikle sanatla ilgili bir meşgalesi veya hassasiyeti olan insanlar kendilerini gerçeklikten kopuk hissediyorlardı. Bu tür insanların günlük hayatın sıradanlığına merakı, güncel tekniğe ilgileri ve güncel insanın meselelerine çözüm bulma arzuları bu sıkıntıyla ilgiliydi. 19. asır o kadar tarih düşkünüydü ki, tarihte görülmemiş bir hızla değişen dünyayı da tarihin sayısız çerçeveleri içine sokmaya çalışıyordu. İşte bundan bizar olduğunu hisseden burjuvalar yeni bir sanatçı tavrını yarattılar: bunlar kendilerini sokağa atmayı, aylaklığı ve bohem hayatını yüceltiyorlardı. Haydeger gibi filozoflar da insanın gerçek varoluşsallığının “dünyanın içine atılmışlık”ta bulunduğunu söylüyor, o nedenle düşünceyi çok uzun zamandır görmezden geldiğimiz, üzerini örttüğümüz dünyevî fenomenleri anlamaya davet ediyordu. Mimarlar ise yapı dünyasının doğal disiplinini asla yadsıyamayacaklarından Modern sanatçı ve filozof tavrını daha ziyade pratik ve pragmatik bir şekilde içselleştirdiler. Böylece bir taraftan son teknoloji ürünü makineler, diğer taraftan ise Modern Sanat’ın “felsefî” estetiği Modern Mimari’ye has yaratıcılığın iki ana ilham kaynağı oldu. Modern Sanat ve Modern Mimari büyük ölçüde soyutlamaya dayanıyordu. Adeta tarihöncesi ilkel kültürlerin sanatsal dürtülerinin şekillendirdiği yaratımları, makine çağı toplumunun çevresini oluşturan her nesneye güya kendi zamanını ifade edebilecek bir biçim dili olarak yansıtılmak isteniyordu. Ama aslında Modernizm “şimdi”nin ruhunu bulup çıkarmaktan ziyade onu estetize ediyordu; yani gerçekliği gerçekten benimsememiş ama onun üzerine idealize edilmiş bir başka gerçeklik giydirmeye gayret etmişti. Bunu ilk farkeden Bolşevik devrimiyle gerçekten tarihsel bir kırılmayı gerçekleştirdiğini düşünen Ruslar oldu. Devrimin de rüzgârıyla kısa zamanda en ilerici sanat ve mimari hareketlerine sahne olan Rusya’da 1920’lerin sonuna doğru Modernizm “burjuva saçmalığı” olarak yaftalandı ve yerini “sosyalist gerçeklik” alıverdi. Böylece görsel sanatlarda avangart, soyut kompozisyonlar yerine güya “gerçek” köylüleri ve işçileri görüp tanımak mümkün hâle geldi. Mimarlıkta ise ciddiyeti temsil eden görece kaba ve ekonomik bir klasikçiliğin anıtsal biçimleri hâkim oldu. Aradan tam bir asır geçtikten sonra gerçekliğe yabancılaşmanın bir mesele olmaktan neredeyse çıkmış olduğunu fark etmek insanı biraz ürkütüyor. Yukarıdaki saptamaları ölçü alarak biraz düşününce sadece şimdiki küresel toplumun değil, modernliğin çeşitli aşamalarındaki bütün insan topluluklarının gerçekliği benimsememeyi bir tercih olarak gördüğü ve bunu adım adım büyüttükleri gerçeği yüzümüze karşı sırıtmaya başlıyor. İnsanın var olduğundan beri dünyanın gerçekliğini sorgulaması ve nihayetinde aradığı cevapları dînin hakikatinde bulması, görünen o ki modernlik (modernite) denen süreç içerisinde gerçekliğinden pek çok şey kaybetmiş. Kısaca ve kabaca özetleyecek olursak, Öte Dünya’nın gerçekliğinin kat’iliği, mevcuttaki dünyanın gerçekliğini dönüştürmeye yönelik iradenin önünde duruyordu; ama Öte Dünya’nın gerçekliği görece sanallaştıkça, mevcut dünyanın gerçekliğine iyice tahammül edilemez oldu. Şimdiyle önceki modernlik evrelerini kıyasladığımızda gerçekliğin dönüştürüldüğü mecraların onunla temas ettiğimiz yüzeyler olduğunu ve bunların önem sıralamasının değiştiğini görebiliyoruz. Yüzeyler, mimari anlamda Ortaçağ ile Rönesans dünyalarının önemli bir farkını teşkil ediyor. Gerçeklikle teması yeniden sağlamak isteyen çeşitli Modernizm hareketlerinin Ortaçağ’ın, hatta tarihöncesinin kaba basitliğinde ilham aramalarına bu yüzden şaşırmamalı. Lâkin mimari yüzeyler günümüzde eskisinden bile baştan çıkarıcı yüzeyselliğe teşne olsalar da, bugün hiçbir şey ekran görüntüleri kadar sanal gerçekliği oluşturmakta mâhir değil. Milyarlarca insanı Debor ve Adorno gibi kültür endüstrisi eleştirmenlerinin bile hayal edemeyecekleri kadar güçlü bir illüzyon dünyasına bağımlı hâle getirmiş olan el ekranları, çarşıda, pazarda, otobüste ve evde hemen herkesin gerçeklikle arasındaki bir arayüze dönüşmüş durumda. Hatta o malum alet neredeyse bedenimizin bir parçası sayılabilir artık. Gerçeklikle yeniden temas etme arayışımızının sanat, felsefe ve mimaride etkili olmaya başlamasından yüz yıl kadar sonra görüyoruz ki aslında onu, yani gerçekliği hiç istememişiz; veya bunu isteyenler başka zamanlarda yaşasalar rahip veya sûfî olacak zâtlarmış. Çoğunluk ise meşhur Matriks filmindeki Sayfır karakterinin “bu bifteğin gerçek olmadığını biliyorum… ama çok leziz… cehalet bahtiyarlıktır…” sözleriyle tarif ettiği sanal gerçekliğe râm olmayı tercih ediyormuş. Hakikaten, bir tramvaya bindiğim hemen her seferinde bütün vagonlardaki her bir yolcuyu elindeki şeyle başka bir gerçekliğe bağlanmış halde görmek bana hüzün ve acı veriyor; çünkü aklıma Matriks gibi bilim-kurgu filmlerinin başlıca teması olan kötümser bir gelecekte beyinleri “heklenmiş” insanlar geliyor. Öyleyse o gelecek bir nevi gelmiş sayılmaz mı? Ticarî veya siyasî amaçlarla gerçeklik algımız sürekli “heklenmeye” çalışılmıyor mu? Bu nedenle sürekli olarak hiç tanımadığımız insanlarla bağ kurarken, başkalarıyla aramıza duvarlar örmüyor muyuz? Bağımlı olduğumuz “gerçeklik dönüştürücüsü”nden her gün ve her an yeni bir uyaran beklemiyor muyuz? Kabul etmek gerekir ki entelektüel meseleleri sevmeyen ama alışkanlık yapıcı şeylere kolayca bağlanabilen bir milletiz. O nedenle bu sayfada bir süredir “görme kültürü” dediğim şeyi işlemeye çalışıyorum, her ne kadar fazla ilgi çekmediğini bilsem de. Çünkü sanal bir şekilde şekillendirilmiş gerçeklikler arasında amaçsızca sörf yapacağımıza, gerçekliği gerçekten ama hâlis niyetlerle dönüştürme imkânının her an elimizin altında durduğuna inanıyorum. Yeter ki Matriks’ten kurtulalım ve kafamızı kaldırıp dünyayı “gerçekten” görmeye çalışalım.
KÖŞE YAZILARI
Yayınlanma: 27 Temmuz 2023 - 13:31
Gerçekliği Gerçekten Görmek İstiyor muyuz?
19
KÖŞE YAZILARI
27 Temmuz 2023 - 13:31