Devir değişti. “Azıcık aşım, ağrısız başım” diyebildiğimiz zamanlar bizi terk etti. Dikkat edin: İnsanlar olarak zamanla kendimiz arasındaki mesafeyi idrak edişimizden söz etmiyorum. Biz zamana bir şey yapmıyoruz, bilakis zaman bize bir şeyler yapıyor. Bahse konu ettiğim zamanı veya zamanları bizim terk etmemize gerek kalmadığıdır. Zaman ve zamanlar bizi nereye lâyık buluyorsa orası yerimizdir artık. Siyasi, sosyal ve ekonomik kurumlarla ve o kurumları yaşatacak önyargılarla kuşatılmışız. İşin askeri tarafı yok mu? Savaşlar kurumları biçimlendirme hususunda etkili olmuyor mu? Evet; ama sadece kısmen. Savaşlar hayatımızı alt üst edebilir. Kurumlar savaşta da, barışta da güdücü rollerini oynamaktan geri durmaz.
Kurumlar deyince müesseseleri, yani tesis edilmiş şeyleri anlarız. Dünyanın tanıdığımız ilişkiler bütünü önceden planlanmış bir gelişmenin ürünü olarak ortaya çıkmamıştır. Bunun yanı sıra varlığın şekil alışında tekâmülün veya evrimin rol oynadığını düşünmek olan biten hakkında hiç kafa yorulmadığının belirtisidir. Batı Medeniyeti karşımıza ne gelişim, ne de evrim sonunda ortaya çıkmıştır. Vakıa Batılı toplumların kendi iç huzursuzluklarından kurtulmak için toplum idaresinde Batılı olmayan bütün unsurları huzursuzluk girdabına sürüklemiş olmasından ibarettir. Bu girdap içinde dönüp duruyoruz ve üstelik ne kadar döndüysek o kadar sıkıntılı bir hale düşüyoruz.
Allah’ın ipine sıkıca sarılmak demek “asla dönüş” ibaresine sıkıca sarılmak demektir. O halde asıl nedir? Türklüğün aslı tekevvün ettiyse başka hiçbir şeyle değil, vatan edinmeyle tekevvün etmiştir. Diyar-ı Rum İslâm karakterine bürünerek Türk vatanı oldu. Gaza Beyliklerinden bugüne kendilerini güvende hissetmek isteyen Müslümanlar Türk vatanını mekân belledi. Türk vatanının doğuşu tarihin en büyük dönüm noktasıdır. Türkler neye değer olduklarını bütün dünyaya cismani varlıklarıyla millet olarak varlıklarının kaynaşması suretiyle vatan edinerek göstermişlerdir. Tarih alanında çalışanların zihni ya Orta-Asya’daki olmayan iç denizin kuruması gibi safsatalarla veya İskitlerin günümüzdeki kalıntıları gibi ipe sapa gelmez avuntularla meşguldür. Dilimiz, lisanımız, lügatimiz inkılapların tesiriyle hor görüldüğü için itikadî seviyemizden güç alan bir anlaşma aracımız olduğunun cahiliyiz.
Millet olarak ansiklopedilere gömülmekten kurtulmak istiyorsak aslımıza dönmek mecburiyetindeyiz. Türklerin aslı İslâm’dır. Bu hükmün ispatı Türk kelimesindedir, zira “ö” seslisi Arapçada yok. Tarih içinde Türklerin adlandırılması için Arapçadan başka lisan kullanmayanlar Müslümanlardı, yani Türklerdi. Yüzyıllar boyunca Avrupa’da Türk kelimesi Müslümanı işaret etmek için kullanıldı. Bir şeyi dikkatten kaçırmayın: Avrupa’da kapitalizmin temelleri atıldığı yıllarda Osmanlı Devleti teşkilatlanmağa henüz başlamıştı. İberik yarımadasında olup bitenler Avrupalının kafasına kenetlenmiştir. Hilâl-Salip çatışması Avrupalı kimliğinin ayrılmaz parçasıdır. Öğrenmek ve hatırda tutmak zorundayız ki Türkiye Cumhuriyeti Misâk-ı Millî sınırlarından en büyük tavizi verenlere emanet edilmiştir. Misak-ı Millî ’ye göre Avrupa’daki Türk toprakları Selânik’te başlar Varna’ya kadar uzanır. Batum bir Türk şehridir. Musul bir Türk beldesidir. Misak-ı Millî’nin hudut hattı Halep’in yirmi kilometre güneyinden geçer.
Aslımıza kendimizin kim olduğunu bilmeden kavuşamayız. Biz Müslümanlar kendimizi Yahudi ve Hıristiyanlardan Fatiha suresini okuyarak kesinlikle ve tamamen ayırırız. Ne Allah’ın gazabına uğramış olanlarla karıştırılmak isteriz; ne de azıp sapmışlarla. Hadiseyi zihnen kavramakta zorluk çekmiyoruz. Bununla birlikte faizle ayakta duran, israfla süslendirilmiş hayatımızı devam ettirmekten geri durmuyoruz. Oysa hadiseyi zihnen kavramakla fiilen içinde bulunduğumuz hayatı devam ettirmek arasında aklı başında duran herkesi isyan ettirecek zıtlıklar var.
HABER MERKEZİ