Süreç içinde siyasal eğilimlerine aldırış etmeden kanaldan kanala gezdim. Ulaşılan her canın sevinci, bir an olsun kaybettikleriminiz acısını unutturur gibi oldu. Enkaz altında kalanları dizi seyreder gibi takip etmeye başlar olduk. Örneğin, üç kız kardeşin sesleri defalarca duyulduğu andan itibaren üç gün süresince kurtarılmasını bekle bekle yoruldum. Ve de sonlarını öğrenemedim. Demem o ki, geride bıraktığımız on günlük süreç içinde her şey herkesin gözlerinin önünde oldu. Oradakiler, acıların zirvesini yaşadılar. Aç, sefil, perişan, yokluklarda, yoksunluklarda beterin beterini yaşarken, bizler televizyonların karşısında gah ağladık, gah empatiler sarmalında hüzün bulutlarında gezindik. Elbette kameraların olduğu merkezlerdeki enkaz başlarını görebiliyorduk. Kasabalarda, köylerde durum neydi? Pek bilmemiz mümkün değildi. Bu sabah bir televizyon ekibi yollarının üzerindeki bir köye girmiş, insanlarımızla, bacılarımızla konuşmuştu. Günlerden beri ilk kez birilerini görmüş gibilerdi. Gördüğümüz acı ve gözyaşı, kim bilir göremediğimiz kaç yerde vardı. İlk günden beri gerek yurdumuzun dört bir yerinden gerek yurt dışından yardım çabalarını, özverilerini görüyorduk. Gurur duyuyorduk. Önceki yazılarımın birinde yardımların “uzun mesafeli bir koşu” gibi olması gerektiğini belirtmiştim. Onlarca “keşke”leri sıralayabilirim. Ama, bakınız bir kelimeyi üç kez tekrarlıyorum: Zinhar, zinhar, zinhar yapılanları, çabaları, inkâr etmek mümkün değil. Ama, ulaşılamayan enkazların altında bekleye bekleye, inleye inleye, can verenlerin helalliği ancak, ilahı divanda mümkün olabilir. Bu günlerde, bir merkezden gördüklerimizi, duyduklarımızı, görmemiş, duymamış kılma yönünde algı çabalarını, yaşanmışlıkları unutturma gayretleri görülüyor. Yakınma, eleştirmeler trollerin linç girişimleriyle karşılık buluyor. Ciğerlerimize düşen ateş zaman içinde küllenebilir. Yüreklerimiz nasır tutabilir. Unutmak ve unutulmak ancak balık hafızası gerektirir. Balık hafızası. Balık beyni, balık aklı güçsüzdür, duyduklarını, gördüklerini, öğrendiklerini çabuk unutan canlılardır. Türk milleti, duygusaldır, saygılıdır. Yerine göre susar ama kimse anlayışı az veya kıt ya da mankafa sanmasın. Bana, “bir yere herhangi bir şeyi aramak için gelip 'aaa ben buraya niçin gelmiştim?'' diyor diyebilirsiniz. Ama, milletimizin toplumsal hafızasını kimse küçük görmemeli. Sayıları daha da yükselmemesi için dua ettiğimiz toprak altındaki ciğerparelerimiz bize belki şöyle söylüyor: “Gün gelir elbet toprak eritir cismimi, Söküp çerçevesinden atarlar resmimi, Çıkarırlar, silerler listeden ismimi, Herkes beni unutsun, ama sen unutma...” İnsanoğlu beyninden özürlü olur unutabilir. Mazereti kabul edilir. Ama hiçbir fani, hiçbir giden, unutulsun istemez. Gülten Akın’ın şiiriyle yazımı bitireyim: Sen yağmurlu günlere yakışırsın Yollar çeker uzak dağlar çeker uzak evler Islanan yapraklar gibi yüzün ışır Işırsa beni unutma Alır yürür sıcak mavisi gökyüzünün Kuşlar döner uzun yağmurlardan sonra bir gün Bir yer sızlar yanar içimde büsbütün Her şeye rağmen ellerin üşür Üşürse beni unutma Yeni dostlar yeni rüzgârlar gelir geçer Yosun muydum kaya mıydım nasıl unuttular Kahredersin başın önüne düşer Düşerse beni unutma.