ASKER HASRETİ

Topraklar yaz sıcağı ile bom boz bir renk almış, otlar kurumuş  hozan  gibi sertleşmişti. Köyün tek yeşilliği olan kavak ağaçlarının yapraklarında bile yer yer sararmalar vardı. Mevsim sanki yaz başı değil güz ortasıydı. Kapı önünde yatan komşunun köpeği Bozo’nun dili dışarıdaydı. Bozo’nun az ötesinde ise, aç evin aç kedisi Sarış  pinekleniyordu . Bozkırın, evcil hayvanların isimlerine kadar sirayet ettiği topraklarda, kuş cıvıltıları da duyulmaz olmuş, kurak geçen bir ilkbaharın ardından kapı önlerinde çömelen ve gözlerini göğe dikerek yağmur bulutu gözleyen birkaç ihtiyarın sessizliği bürümüştü her yanı.  Bu sessizliği, köyün girişindeki  harman  yerinin hemen yanındaki mezarlıktan gelen ağıt sesi bozdu.  

Mezarlığa doğru  kulak kabartan  Memed Emmi, ayağa kalkıp baktığında asker kıyafetli birinin yakın zamanda defnettikleri  Haçça  Kadının mezarının başında ağladığını gördü. Mezarlıkla arasında hayli bir mesafe olduğu için, ağlayan askeri tanıyamadığı gibi bu duruma bir anlam da veremedi. Ölen Haçça Kadının asker bir yakını yoktu. Yakındaki Dipkaya Köyün’deki karakoldan bir askerin bu mezar başında ağlamasına da ihtimal vermedi. Aklına türlü türlü düşünceler geldi, merakı iyice arttı ve mezar başında ağlayan bu askere doğru yürüdü. Yaklaştığında, mezarın  kıble tarafında  arkası dönük olarak, dizlerinin üzerine mezar  toprağına kapaklanmış  askerin, içli içli “anam anam  garip  anam, yalan dünyadaki tek varlığım, ben sensiz nasıl eder, neylerim…” diye ağladığını duydu. İyice yaklaşsa da ne askerin kim olduğunu ne de neden ağladığını hala fehmedememişti. Askerin sırtına dokunarak; 

- Hayırdır Asker Ağa, bu mezardaki neyin olur? diye sordu. 

- Asker, ardına bile dönmeden hıçkıra hıçkıra ağlamaya devam ederek cevap verdi.  

-  Anam, anam, garip anam Iraz. 

-   Oğlum ne Iraz’ı, burası Haçça’nın mezarı. Bir ay kadar önce vefat etti.   

-   Asker o anda hızla geriye dönerek; 

-  Haçça’nın mezarı mı, a a ana anam ölmedi mi? dedi.  

-İşte o vakit, Memed Emmi baktı ki mezar başında ağlayan asker, Iraz’ın Oğlu  Yetim  Mustafa.   

- Anan yaşıyor ağlama, hele hoş geldin, geçmiş olsun, dedi.

 

Mustafa’yı kaldırdı, sarıldı, kucaklaştılar. Mustafa bir yandan elinin tersiyle, sevinç gözyaşlarına dönüşen yüzündeki yaşları siliyor bir yandan da ağlama sebebini anlatıyordu:

- Hoş gördük Memed Emmi. Biliyorsun köyde her ailenin mezar yeri belli. Bizim  sülalenin mevtaları  da buraya defnedilir. Askerliğim bitti , tezkere  aldım geldim.  Şosede  kamyondan indim yürüdüm. Köye yaklaşınca; rahmetlilere,  üç kulhü bir elham  okuyum dedim. Baktım ki bizim mezarlıkta bir taze mezar. Anamdan başka kimim kaldı ki, ben askerdeyken anam da vefat etmiş sandım, kapandım mezara ağladım. Gerisini biliyorsun işte… 

- Yok, sen yüreğini ferah tut. Anan, İshakgilde  gilik  pişiriyor. Gel doğruca oraya gidelim hem ananı gör hem de sıcağıyla gilik ye.  

-Olur, Memed Emmi. Zaten çok da acıktıydım.

 

Mezarlıktan aşağı doğru inip yürürken Acıoluk Çeşmesi’nde kap kacak kumlayan küçük kızlardan biri; 

-    Memed Emmi, bu  esker  kim? dedi. 

-    Iraz’ın Oğlu Mustafa. Tezkere almış, geldi.  

O sırada yaşça biraz daha büyük olan diğer kız, “Iraz Ana’yı  müjdeleyim”  diye koştu, gitti. Elindeki alüminyum tencereyi kenara iten küçük kız da peşinden fırladı. 

Tandır  başında ekmek pişiren kadınlar, havanın sıcağı bir yandan, tandırın sıcağı bir yandan, pişirdikleri giliklerden fazla yanmış, pişmişlerdi. İçlerinde en fazla yanan ise Iraz Anaydı. Zaten onun, her şeyden önce yüreği yanmıştı. Daha otuzuna varmadan kocası ölmüş, üç kızla bir oğlanı, köyün ekmekçiliğini,  azaplığını  yaparak büyütmüştü. Kızları, küçük yaşta gelin olmuş gitmişler, en küçük kuzusu, Mustafası ile kala kalmıştı. Köy halkı hemen her gün onu gilik yapmak, yufka açmak, mal-davar bakmak, ekin toplamak gibi sair işlere yardım etmesi için çağırır; karşılığında da un, bulgur, süt, yoğurt gibi yiyecek-içecek verirlerdi. Bu, bahtı gibi yüzü de pek gülmeyen kadıncağız, Mustafa’sının tezkereci olduğundan bahsediyordu ki dışarıdaki bağırtıyı, tandır başındaki herkes gibi o da duydu: 

- Iraz Anaaa, Iraz Anaaa, Iraz Anaaaaa! Oğlun geldi, geldiii oğlun geldiii. Müjdemi isterim, müjdemi isterim. 

- Kız, siz doğru mu söylüyorsunuz, hani Mustafa’m nerede? 

- Memed Emmi’yle barabar, Acıoluk’tan bu tarafa doğru yürüyorlar. 

 

Bunu duyan Iraz Ana; elinin hamuru, eteğinin unuyla yerinden kalktığı gibi avludan dışarıya çıktı. Baktı ki, üzerinde haki elbisesiyle bir asker geliyor. Heyecandan, özlemden eli ayağı dolaşan Iraz Ana, aradan iki yıl geçmiş olmasına ve asker kıyafeti içerisinde oğlunu hiç görmemiş olmasına rağmen, kendilerine doğru gelen askeri, yürüyüşünden tanıdı. Kızlar kendisine bir oyun etmemişlerdi. Bu gelen gerçekten de Mustafa’ydı. Iraz Ana’nın; geçmişi, geleceği, hayali, düşü, eli-kolu, tutunduğu dalı, umudu olan Mustafa… 

- Yavruuum, guzuuum, anan gurban olsun hoş geldin, guzuuum hoş geldin. Daha dün seni  ürüyamda  gördüydüm. Meğer bugün gelecekmişsin. 

 

Mustafa koştu hasretle anasına sarıldı. Ana-oğulun gözlerinden, aniden bastıran yağmur gibi yaşlar döküldü. Bu ana şahit olan oradakiler de gözyaşlarını tutamadılar. Anadolu insanın  bağrı yanık, yüreği yufkadır.  Onlar da mutluluk gözyaşları döktüler. Mustafa, büyüklerin ellerini öptü, tandırın  sekisine  bir minder koydular, buyur ettiler. Oradakilerden Medine Bacı;

-   Hamur verin, Mustafa’ya eyice bir  Yağlama  yapıyım, dedi. Köyün kadınlarının tamamının doğumunu yaptırdığı için, tüm çocukların Eşe Ebe dedikleri hanım da;  

           - Ben de asker ağaya Yumurtalı  Kaygana  yapacağım, dedi. Bu sırada müjdeci kızlar; 

           -  Bizim müjdemiz ne olacak? diyorlardı. Iraz Ana ev sahibi Döndü Gelin’den bir  yazma  ile iki yumurta ödünç aldı. Müjdeleme hediyesi olarak büyük kıza yazma, küçük kıza da iki yumurta verdi. Yağlamalar, kayganalar bir  testi katık  ile hep beraber yendi, içildi…

 

Asker hasreti bitmiş, Raziye Ana, çok şükür, kuzusuna kavuşmuştu. Elde avuçta bir şey olmasa da askerden yeni gelmiş,  çakı gibi bir evladı  vardı ve artık  kanatlarının altındaydı . Dünya  meşakkati  bitecek değil elbet. Lâkin bu yolculukta yalnız değildi artık…